‘Ölülere saldırarak toplumsal hafızayı yok etmek istiyorlar’

Cenazelere yönelik saldırılarla toplumun belleğinin silinmeye çalışıldığını belirten Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin Eş Sözcüsü Derya Aydın, “Amaç, yaşayanlarla politik ölüler arasındaki o bağın kesilmek istenmesidir” dedi.

PELİN ÖZKAPTAN

İstanbul- Cenazelere ve mezarlıklara yönelik saldırılar uzun yıllardır devam ediyor. Ölü bedenlere yapılan işkenceler, mezarların tahrip edilmesi, cenazelerin ailelere verilmemesi gibi yöntemler hem yaşamını yitiren kişi hem de yakınları için bir şiddet politikası olarak uygulanıyor. Son olarak 2020 yılında yaşamını yitiren HPG’li Yılmaz Uzun’un kemikleri 3 yılın ardından ailesine bir kutu içinde teslim edildi.

Sistematik hale gelen bu saldırılara karşı ortak bir mücadele inşa etme amacıyla kurulan Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’nin Eş Sözcüsü Derya Aydın, “Ölülere yönelik şiddet bir politika ve diğer sömürgeci şiddet politikalarını bütünleyicisi bir politika, bu yüzden tek başına ele almamamız gerekiyor” dedi.

İnisiyatif olarak, ölülere yönelik şiddetin çok boyutlu olduğunu, tarihsel yönünün olduğunu ve yaygın biçimde uygulandığını belirttiklerini ifade eden Derya Aydın, “Bu şiddet, Türk, Sünni ve erkeklik dışındaki kimliklere uygulanıyor. Erkek şiddeti ile öldürülen kadınların cenazelerine, mültecilerin cenazelerine… Bir bütün olarak aslında makbul kabul edilmeyen bütün kimliklerin cenazelerine karşı uygulanıyor. Nasıl ki o insanlar yaşarken ırkçı, dışlayıcı şiddete maruz kalıyorsa ölü bedenleri de mezarlıkları da onların hatırası da şiddete maruz kalıyor” şeklinde konuştu.

‘Ölüm yeniden bir direniş oluşturuyor’

Politik kişilerin ölümlerinin toplumda bir direniş ve bellek oluşturduğunu vurgulayan Derya Aydın, bunun karşısında saldırıların da arttığına işaret ederek şunları ifade etti:

“Kürdistan coğrafyası söz konusu olduğunda bu şiddet katmerleşiyor. Özellikle politik ölümler, PKK’lilerin ölü bedenleri söz konusu olduğunda çok daha çetin bir şiddetle karşı karşıyayız. Böyle bir coğrafyada insanlar manevi ve duygusal dünyalarıyla, mücadeleyi mobilize eden değerleriyle çok yönlü tahribatın karşısında durmaya çalışıyorlar. Bu değerlerin merkezinde de politik ölümler var. Belirli bir amaç uğruna, sömürgeci şiddet karşısında kendi varoluşlarını, yaşam alanlarını korumaya çalışırken çatışmalarda yaşamını yitiren insanlar. Dolayısıyla bu ölümler toplumu ciddi anlamda etkiliyor. Tabi ki bütün ölümler yaşamı kesintiye uğratıyor ancak hayatı boyunca hak mücadelesi yürüten bir insanın ölümü toplumu çok etkiliyor. Ve insanlar o ölümlere sahip çıkıyorlar. Ve ölüm yeniden bir direniş, bellek, mit oluşturuyor. İnsanların mücadelesinin sürekli olmasını sağlıyor.”

‘Yaşayanlarla ölüler arasındaki bağ kesilmek isteniyor’

Derya Aydın, “Cenazelere yönelik bu kadar saldırının olmasının temel nedenlerinden biri; yaşayanlarla politik ölüler arasındaki o bağın kesilmek istenmesidir. Onun bıraktığı direniş hafızası, toplum üzerindeki mirası yok edilmek isteniyor” ifadelerini kullandı. 90’larda da benzer şiddet biçimlerinin var olduğunu belirten Derya Aydın, Metin Altınok’un bir kadın ve erkeğin bedeninin çıplak şekilde teşhir edilmesine şahit olduktan sonra yazdığı, ‘Kimliksiz Ölüler’ şiirini hatırlattı. Derya Aydın, “2015’te Ekin Wan’ın bedeni teşhir edildi, Hacı Lokman Birlik’in bedeni yerde sürüklendi, Sur’daki cenazeler alınamadı ve ciddi biçimde tahrip edilmişlerdi. 2016’da çatışmalar yeniden başladığında ilk olarak cenazelere yönelik eziyetler devam etti” örneklerini verdi. Tüm dünyada savaştan yana irade koyanların ilk olarak cenazelere saygısızlık yaptığını Söyleyen Derya Aydın, şunları ekledi:

“İnsanlar öldükten sonra politik sorumlulukları ya da kimlikleri ortadan kalkar gibi bir algı var ama ölü bedenlerin politik bir geçmişi var. Önümüzde yaşamları ile duruyorlar. Nasıl bir hayat sürdükleri, neyi temsil ettikleri, hangi hafızayı taşıdıkları, hangi nedenden dolayı öldürüldükleri… Bir bütün olarak artık yaşamıyor olsa da onun siyasal bir kimliği var. Dolayısıyla neden o bedenlere şiddet uygulandığı da bununla ilgili bir durum.”

‘Kadın bedeni şiddet sahnesi haline geliyor’

Kadınların bu şiddete çok yönlü olarak maruz kaldığını vurgulayan Derya Aydın, bu durumu şöyle açıkladı: “Sömürgeci şiddet meselesinin kadınlar açısından çok daha katmerli bir yanı var. Çünkü hem erkek devlet şiddeti hem patriyarkal şiddet hem de o coğrafyalarda yoğun olarak yaşanan yoksullaştırmaya en çok kadınlar maruz kalıyor. Kürt, Alevi, LGBTİ+, yoksul bir kadın olmak söz konusu olduğunda canlı ya da ölü sürekli bir şiddetin hedefi oluyorsunuz.”  Çatışmaların sürdüğü tüm coğrafyalarda cinsiyetçilik ile ırkçılığın kol kola ilerlediğini vurgulayan Derya Aydın, dünyadan örnekler vererek şunları aktardı:

“Bunu Bosna Hersek’te kadınlara tecavüz edilmesi, Şili’de, Arjantin’de diktatörlük dönemlerinde zorla kaybedilen kadınlara tecavüz edilmesi sonucu birçok çocuğun doğması olarak görüyoruz. Afganistan’da kadınlara yapılanları görüyoruz. Ortadoğu’da da benzer süreçler var. Arap Baharları’nda hep kadınların öncülük etmesi tesadüf değil çünkü ataerkil diktatörlüklerin çoğunda kadınlar daha fazla şiddete maruz kalıyor. En yakın örneği İran önümüzde duruyor. Kürdistan da bu coğrafyalardan biri. Türkiye ve Kürdistan’ı bütün dünyadan soyutlayamayız. Ortadoğu’da batıyla geçiş güzergahında konumlanmış, iki tarafın da politik atmosferinden etkilenen bir coğrafyada yaşıyoruz. Sağın ve ırkçılığın yükselişinden doğrudan etkilenen bir coğrafya. Dolayısıyla tarihten bugüne biliyoruz ki çatışma süreçlerinde kadın bedeni şiddet sahnesi haline geliyor.”

‘Kadınların ‘namus’ adı altında katledilmesi özgürlüğümüze açılmış bir savaş’

Derya Aydın, erkek şiddeti sonucu öldürülen kadınlara da hemcinslerinin sahip çıktığını dile getirdi ve yaşanan örnekleri hatırlattı:

“Mardin’de Şemşiye Allak isimli bir kadın, 2003 yılında ailesi tarafından recmedilerek katledilmişti. Ve yerde kalan cenazeye kadınlar sahip çıkmıştı. Erkek şiddetiyle öldürülen kadınların cenazelerine örgütlü kadınlar sahip çıktı 90’lardan bugüne kadar. Ki bunlar da politik ölümler. Çünkü bu insanlar, kadınlara dayatılan yaşamı kabul etmeyen, aile içi şiddete maruz kalan kadınlar. Kimi zaman ‘namus’ adı altında kadınların katledilmesi, kadın özgürlüğüne karşı açılmış bir savaş ve cins kırım. Keza Türkiye’de de böyle oldu. Türkiyeli feminist kadınlar ve kadın örgütleri hem kadın cinayetlerinde katledilen kadınların hem de LGBTİ+’ların cenazelerine sahip çıktılar. Böylesi bir gelenek var Türkiye’de.”

‘Kadınların mücadelesi ulus devlet sınırlarının ötesinde’

“Diğer taraftan Afrin’de, Rojava’da özellikle direnişçi kadınların bedenlerine yönelik işkenceler de çok yaygın” diyen Derya Aydın, “Tarihsel bir geçmişten gelen ‘Jin, Jiyan, Azadi’ sloganıyla tüm dünyada duyuldu. Rojava devrimi, kadın devrimi olarak. 1 yıl önce Jina’nın katledilmesiyle İran’dan da dünyaya yayıldı bu slogan. O ölü bedenlere yönelik saldırılar ya da yaşayan kadınların bedenlerinin bir şiddet sahnesi haline getirilmesi işte bu kimliklerin değersizleştirilmesi demek. Hem yaşarken hem de ölürken onların haysiyetlerini ellerinden almak istiyorlar. Ancak kadınlar buna karşı örgütlü ve ciddi bir mücadele yürütüyor. Cenazelerin toplanması, layıkıyla defnedilmesi için örgütler inşa ediyorlar. Yani ulus devletlerin kurduğu sınırların ötesinde ortak mücadeleler var. Çünkü bunun bir ölüm siyaseti olduğunu ve kadınlara yönelik bilinçli şekilde uygulamaya konulduğunun farkındalar” şeklinde konuştu.

‘İnsan hakları ölülerin haklarını da kapsamalı’

Ölülere yönelik şiddet konusunun hukuki boyutuna da değinen Derya Aydın, “‘Ölülere yönelik şiddette hukukun yeri’ başlıklı bir panel yapmıştık. Uluslararası hukukçular ve Türkiye’deki çok değerli hukukçular katılmıştı. Orada Dilek Kurban, ‘Uluslararası hukukta insan olma halinin ölümle birlikte sona erdiğine dair bir yaklaşım var’ demişti. ‘Yas, hafıza ve politika’ başlıklı bir başka panelde Murat Çelikkan, ‘İnsan hakları ölülerin haklarını da kapsamalı’ ifadesini kullanmıştı” diye kaydetti. Bu meselenin tek başına hukuki değil aynı zamanda politik ve etik bir mesele olduğunu söyleyen Derya Aydın, “Etik çünkü ölüm tüm canlıların ortak paydası ve ölüye saygı çok asgari bir ilke. Politik çünkü ölülere yönelik şiddetin her biçimi politik bir yaklaşımla tesis ediliyor” dedi.

‘Hukukta ölülerin hakkı yer bulmuyor’

Ulusal ve uluslararası hukukta ölülerin doğrudan haklarını savunan ‘ölü hakkı’ ifadesinin fazla yer bulmadığını belirten Derya Aydın, düzenlemelerin ölülerin hatırasına saygı gösterilmesi, cenazelerin uygun biçimde defnedilmesi, geride kalanlara eziyet edilmemesi çerçevesinde olduğunu dile getirdi.

Derya Aydın, Uluslararası Kızıl Haç’ın derlediği ‘Geleneksel Uluslararası İnsancıl Özel Hukuk’, Lahey ve Cenevre Sözleşmesi, Minesote Protokolü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2,3 ve 8. maddelerinde çeşitli düzenlemeler yapıldığını kaydetti. AİHM’in ‘kötü muamele’ kararı verdiği bazı davalar olduğunu dile getiren Derya Aydın, Akkum ve Diğerleri davasında bir çoba olan yurttaşın cenazesine yönelik eziyete ilişkin hak ihlal kararı verildi. Ancak Taybet İnan başvurusunu esastan reddetti. Bu kararı 2016’da çıkarılan 3 gün içerisinde cenazeler alınmazsa kimsesizler mezarlığına defnedilir’ yasal düzenlemesine dayandırdı. İnan’ın Türkçe bilmeyen oğluna bu belgeyi imzalattılar ve AİHM de bunu gerekçe gösterdi” şeklinde konuştu.

‘Herkes bu şiddetin öznesi de tanığı da olabiliyor’

Derya Aydın, giderek artan bu şiddet sarmalına karşı mücadelenin yolunun nelerden geçtiğini şöyle anlattı:

“Öncelikle doğru kavramlarla konuşmalıyız. Soykırımlar, şiddet pratikleri (Holokost, 1915 vb) üzerine çalışanlar çoğunlukla şiddet mağdurlarını ‘kurban’ olarak ifade ediyor. Bazen hukuk bazen vicdan çerçevesinde bir anlatıyla kamusal alanda yer bulabiliyor. Zaten çoğunlukla ideolojik bir saikle bilgi üretiliyor. Bunların dışında hareket etmemiz gerekiyor. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak tüm çalışmalarımızda şuna çok dikkat ettik: Biz sivil toplum kuruluşu, akademisyen, siyasetçi, gazeteciler olarak bu mesele üzerine çalışmayacağız. Birlikte çalışacağız. Herkes bu şiddetin öznesi de tanığı da olabiliyor. Tabi ki illa bizim başımıza gelmesi gerekmiyor ama yaşadığımız bu coğrafyada Sünni erkeklik dışında birçok kesime yayılmış bir şiddetten bahsediyoruz. Bununla mücadele etmek isteyenlerin, hakkaniyetli bilgi üretmek isteyenlerin, dayanışmak isteyenlerin karşılıklı konuşması gerekiyor. Çünkü konuşulmuyor, konuşulduğunda da meşrulaştırılarak yapılıyor.”

‘Dayanışmayı ve mücadeleyi büyütmek gerekiyor’

“Örneğin, Ermenilere yönelik şiddet, Süryani, Ezidi, Yahudiler… Bunlara dair Türkiye akademisinde çok az bilgi var” diyen Derya Aydın, arşivlemenin önemine dikkat çekerek, şunları ifade etti:

“Bu alanda çalışma yürüten MEBYA-DER ve öncesindeki kurumlar cenazelere dair her alanda çalışıyorlar bulup, defnetmeye kadar ama kayıt yok. Hukuki olarak daha fazla başvuru yapmamız gerekiyor. Sadece bu meseleyi kendine görev edinen ekiplerin olması gerekli. Cumartesi Anneleri, ANYAKAY-DER, MEBYA-DER gibi özellikle merkezinde bu meselenin olduğu kurumlarla dayanışmak, mücadeleyi büyütmek gerekiyor. Oğlunun cenazesi kendisine kargoyla gönderilen Halise Aksoy cezaevinde ve 15 yılla yargılanıyor. Hakan Arslan’ın babasının, öldürülen kadının yerde kalan cenazesinin, Van’da ilkbaharda cenazesi karlar eriyince ortaya çıkan mültecilerin yanında olmak gerekiyor. Ege denizi bir mülteci mezarlığına dönüştü, oradaki cenazeleri sahiplenmek gerekiyor, bunun için mücadele yürüten Hakların Köprüsü derneğiyle yan yana olmak gerekiyor.”

‘Tüm çalışmalar yerelleşmeli’

Tüm çalışmaların yerelleşmesi gerektiğini vurgulayan Derya Aydın, “Sadece İstanbul’da bir dernek kurarak bu saldırıların karşısında duramazsınız. Şırnak’ta, Edirne’de, Hatay’da, İzmir’de her yerde olmalısınız. Bu alanda çalışmak isteyen çok kişi var, herkesin katılımı önemli. Ölüye Saygı ve Adalet

İnisiyatifi de bu çalışmalardan biri. Her arkadaş orada yer alarak kendi alanında çalışma yürütebilir” çağrısıyla sözlerini sonlandırdı.