Ortadoğu Coğrafyasının Güçlü Kadın Yönetmenleri

“Her türlü manüplasyonun vücut bulduğu televizyon, gazete ya da diğer kitle iletişim araçlarına karşın gerçeği suratımıza bir tokat gibi çarpabilecek güce sahip olan sinema alanında, Ortadoğulu kadın yönetmenler karanlığın içinden sızan çok kıymetli bir ışık.”

Haber Merkezi- Savaşın olanca hızıyla süregeldiği Ortadoğu coğrafyasında bir de kültürel, dini, ekonomik engellere direnerek sinema gibi bir sanatın icra edilmesi oldukça zorlu bir yol. Tüm bu zorlu yollara bir de kadın olmak eklenince, gelişmiş diyebileceğimiz ülkelerde bile ismi bilinen kadın sanatçılara rastlamamız maalesef oldukça güçleşiyor. 
Belki bilinen anlamda, tanınan oyuncu kadın veya erkeklerin başrolde olduğu klasik Hollywood anlatısında işin görünen yüzü aktör ve aktrislere aşinayız. Erkeklerin oyuncu veya yönetmen olarak ön planda olduğu sinema veya sanat anlayışını kırmak sadece Ortadoğu ülkelerinde değil dünyada da oldukça güç. Hatta öyle ki en bilinen endüstrileşmiş Hollywood sinemasında bile kadınların açıkladığı taciz ve tecavüzlerin sonu gelmiyor. 
Hikayeleri kadınlar anlatıyor
Tüm bu savaş iklimiyle adeta özdeşleşmiş Ortadoğu ülkelerinde, her şeye rağmen yaşamın her alanında olduğu gibi sinema alanında da kendini ifade etmeyi, yaşadığı ülkenin koşullarını anlatmayı amaçlayan hatırı sayılır bir ivmeyle yükselen bağımsız sinema anlayışıyla filmler üreten kadın yönetmenler var. Gelinen noktada Ortadoğu; binlerce yıllık kadim tarihi ya da kültürel mirasın emanet bıraktıklarından öte, büyük ölçüde kan ve gözyaşından beslenen bir trajediyle anılıyor. 
Katliamların, işgallerin, hak ihlallerinin kimi zaman artık haber değeri bile taşımadığı bu coğrafyada kadın olmanın zorluklarını çoğu insan hayatlarının sonuna dek anlayamayabilirdi. Neyse ki bu öykülere biraz olsun dokunmamıza,  onlarla ortaklık kurmamıza alan yaratan sinema gibi bir büyü var. Her türlü manüplasyonun vücut bulduğu televizyon, gazete ya da diğer kitle iletişim araçlarına karşın gerçeği suratımıza bir tokat gibi çarpabilecek güce sahip olan sinema alanında, Ortadoğulu kadın yönetmenler karanlığın içinden sızan çok kıymetli bir ışık. Bu zorlu coğrafyada kadın yönetmenler; dinmeyen savaşların getirdiği zulmü, hayata devam edebilme içgüdülerini ve bir Ortadoğu ülkesine sıkışan insan öykülerini keskin bir dille anlatmayı başarıyorlar. Sinemanın büyüsünü keşfeden ve kadrajlarını etraflarında olup biten her şeye çevirme cesaretine sahip olan Ortadoğu kökenli kadın yönetmenleri bu vesileyle hatırlamaya ne dersiniz? Haydi başlayalım!
Nadina Labaki ve Jocelyn Saab – Lübnan
Bu dosya, “Coğrafya kaderdir” klişesine ne kadar karşılık verir onu elbette bilemem; ancak listeyi hazırlarken kişisel filmografileri ve sinemasal yolculukları kadar, kadın yönetmenlerin hüküm sürdükleri coğrafyada yaşanan çatışmaları, iç savaşları, ihlalleri ya da zorunlu göçleri es geçmemek ve bir kriter olarak almak zorunda olduğumu fark ettim. Bu nedenle de kadın yönetmenlerin isimlerini yazarken, hikayelerindeki rengin tonunu belirleyen ülke isimlerini de özellikle vurgulamak gerekli. Kadın yönetmenlerin; kendi dillerine, üretimlerine, anlatım biçimlerine ve genel perspektiflerine doğdukları coğrafyanın nasıl bir etki yaptığını bu vesileyle görme şansım oldu. Bu bağlamda kadın yönetmenleri incelerken o ülkenin gerek siyasi, gerekse de sosyo-kültürel geçmişi ile organik bir bağ kurmaya çalıştım. 
Lübnan, bu listeye başlamak için oldukça ideal bir ülke diye düşünüyorum. Özellikle son döneme damga vuran iç savaş koşullarında sinema üretmek isteyen özel bir kadınla başlamak istiyorum: Nadina Labaki
Çoğumuz onu, toplumsal belleği tazeleyen o nefis filmleriyle tanıdık. Bizden kilometrelerce uzakta, aynı duygularla buluşturan yönetmenin hem kadın hem de sinemacı kimliği büyük saygı uyandırıyor. Kendisini bir hikaye anlatıcısı olarak atfeden Nadina Labaki, iç savaşın sancılarını; bombaları, silahları, katliamları gözümüze soktuğu, didaktik ve göstermeci bir dilin benimsendiği büyük büyük hikayelerle anlatmayı yeğleyen bir yönetmen değil. Beyrut sokaklarının aralarından sızan öyküleri ile büyük beğeni topluyor. Üslup ve anlatımdaki renklilik itibariyle daha çok İspanyol Pedro Almodovar ile karşılaştırılıyor. Onu ilk uzun metraj filmi olan “Karamel” ile çok sevmiştik. Savaşın boyutlarını Beyrut’ta bir kadın kuaföründe çalışan sıradan insanların gözünden anlattığı bu filmden dört sene sonra “Peki Şimdi Nereye” ile yeniden karşımıza çıktı. Bunu “Seni Seviyorum Rio” ve “Kafernahum” gibi filmler izledi.  71. Cannes Film Festivali’nde de yarışma şansı bulan “Kafernahum” filminde Beyrut’un yoksul mahalleleri 11 yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatılıyor.
Lübnan’da ön plana çıkan diğer bir isim de Jocelyn Saab; fakat onu diğer kadın yönetmenlerden önemli ölçüde ayıran özelliği kurmacadan ziyade belgesel projelerine imza atması. Kariyeri boyunca Saab’ın toplamda 30’a yakın belgesel çektiğini görüyoruz. Nadir de olsa kurmaca türünde çektiği birkaç filmden söz etmek mümkün; ancak tüm bu yapımların ortak noktası tahmin edileceği üzere Lübnan’da yaşanan iç karışıklıklara sıradan insanların gözünden bakabilmek. Jocelyn Saab, salt gerçekliğe ulaşmada belgesel formunun verimli bir anlatım yolu olduğunu düşünüyor. Aynı zamanda gazeteci de olan Saab, belgeselleri için Mısır’dan İran’a, Irak’tan Sahra Çölü’ne tüm zorlu coğrafyaları gezmiş biri. Beyrut: Benim Şehrim, Lebanon in a Whirlwind, Dunia gibi belgesellerde kadın, savaş, yoksulluk, göç ve etnisite gibi temalardan izler yakalamak mümkündür. Son olarak Lübnan- Suriye sınırında mülteci kamplarında “Günde Bir Dolar” isimli belgeseli çekti. Günde 1 dolar gibi bir para ile geçinmek zorunda olan mültecilerin hikâyelerini reklam panolarının önlerinde, tüketim toplumu arasındaki tezatlığı göstermiş olduğu bu belgeselde, engel olunamaz bir mizah duygusuyla da yansıtmıştır. 
Annemarie Jacir - Filistin
“Sinema ulaşılmaz bir şey değil. Sinema insanlara kendi hayat öykülerinin de önemli olduğunu gösteriyor. Suriyeli mülteciler ile çalışıyorum. Burada birçok şey yaşanıyor ve bunların yaşanmasından gayet mutluyum.”
Bu sözler Filistin gibi zorlu bir coğrafyada büyüyüp yetişen ve tüm zorluklara tam olarak odak noktadan şahitlik eden bir şair ve yönetmene ait. Annemarie Jacir’i sinema dünyası 90’ların sonunda üretmeye başladığı ilk bağımsız filmler sayesinde tanıdı. Uzun metraj filmler üretmeye başladıktan sonra dahi kısa filmi kolay kolay terk etmedi. Bunun sinemasal anlatımındaki yoğunluğu beslediğini düşünüyor. Şair olmanın tüm avantajlarını onun sinema dilindeki o metaforik anlatımında yakalamak mümkün. Filmlerinde kamerasını Filistin kadar Ürdün’e de çeviriyor. Özellikle o dönem Ürdün’de yaşayan Filistin kökenli mültecilerin öyküleri onun sinemasında önemli bir yer tutar. Jacir’in Bu Denizin Tuzu ile başlayan sinema serüveni, Wajip, Seni Gördüğümde, Düğün Davetiyesi gibi filmlerle devam eder. “Seni Gördüğümde” yapımı ile “En İyi Yabancı Film Oscarı” için Filistin adına yarışmanın gururunu yaşadı. Annemarie Jacir’in sinemasına dair pek çok doneye ulaşmak adına bu film oldukça ideal. Söz konusu yapımda 12 yaşında olan bir çocuğun Ürdün’de Filistinli mülteciler için ayrılan bir kampta babasını arama ve özgürlüğüne kavuşma öyküsü aktarılıyor.
Ruba Nada - Suriye
“Ortadoğu’nun Kadın Sinemacıları” gibi bir dosya altında yönümüzü, bu coğrafyanın en sıcak gündemini oluşturan Suriye’ye dönmemek olmazdı. Suriye her ne kadar şu anda müthiş bir kaosun içinde var olmaya ve yeni bir düzen oluşturmaya odaklansa da iç savaş öncesinde oldukça üretken bir sinemaya sahipti. Hatta öyle ki nicelik anlamında Ortadoğu coğrafyasında ilk sırada yer alıyordu. Malum savaş sonrasında doğal olarak ülkede yaşayan pek çok kişi gibi yönetmenler de sinema emekçileri de ülke dışına gitmek durumunda kaldı. Suriye’nin en çok tanınan kadın yönetmenlerinden biri olan Ruba Nada, hikayelerini anlatmaya ülke dışından devam ediyor. Kanada’da ikamet etmesine rağmen hala tüm hikayelerinin merkezinde; çocukluğu, gençlik yıllarını ve anılarını bıraktığı ülkesi bulunuyor. Ruba Nadda toplamda 12 filme imzasını atmayı başardı. 2005 senesinde kadrajına dahil ettiği “Sabah” filmi, Kanada’ya siyasi olarak sığınan Arap kökenli bir kadının yaşadığı çatışmaları anlatıyordu. Kimbilir, belki de bu anlattığı, tam olarak kendi hikayesiydi. Onun dünya çapında bir üne kavuşmasında “Cairo Time” isimli filmi oldu. Bu film ile 2009 senesinde, Toronto Film Festivali’nde özel bir ödülün sahibi oldu. 
Haifaa Al Mansour – Suudi Arabistan
Haifaa Al Mansour’un en çarpıcı özelliği; kadının toplumsal yaşamdaki konumu itibariyle dünyanın en zor coğrafyalarından biri olan Suudi Arabistan’da “İlk kadın yönetmen” gibi önemli bir unvana sahip olmasıdır. Kendisini pek çoğumuz Vadjda isimli kurmaca uzun metrajı ile tanıma şansı bulduk. Bu özel film hatta o dönem İstanbul Film Festivali’nin programına dahil olmayı başarmıştı. Almanya-Arabistan ortak yapımı olan filmde hikayenin tamamı kız çocuklarının gözünden aktarılıyor. Kadınlara oy kullanma hakkının bile 2015 senesinde verildiği bir Ortadoğu coğrafyasında Haifaa Al Mansour’un ülke dışına taşan bu başarısı, çok daha kıymetli görünüyor. Yönetmen bugünlerde son filmi olan “Mükemmel Aday” ile gündemde. Filmde Arabistan’da kendi yaşadığı şehir için belediye başkanlığına adaylığını koyan bir kadının (Meryem) öyküsüne tanıklık etmek mümkün. Meryem pek çok engelle karşılaşır ve toplumun çok büyük kesiminden bu süreçte hiçbir destek göremez. Fark yaratmak adına bir şeyleri değiştirmek zorundadır. Film,  76. Venedik Film Festivali’nde büyük ödül için yarışmayı başarmıştı.
Leyla Bouzid - Tunus
Tunus’un dünyaca ünlü kadın yönetmeni Leyla Bouzid’in kendine has dünyası, sinema diline bariz bir şekilde yansıyor. Sinemaya peş peşe çektiği kısa filmlerle giriş yapan Bouzid, bu üretkenliğini uzun metraj alanına da yansıtıyor. İlk uzun metraj projesi olan Gözlerimi Açarken 2015 senesinde seyirci ile buluştu. Filmde Yasemin Devrimi sonrası yaşanan politik süreç, özellikle genç insanların gözünden aktarılır. Film, günlük yaşamların devrimle beraber ne düzeyde değişebileceğini gösteriyor. 2013 senesinde çektiği Zakaria ise kısa film alanında uluslararası düzeyde pek çok ödülün sahibi olmayı başardı.
Marziyeh Meshkini - İran
Sinemayla az çok ilgilenen herkes bilir ki İran, dünyanın en özel, en ayrıcalıklı sinemaları arasında yer alır. Hangi yönetmene ait filmi izlerseniz izleyin, o müthiş toplumsal baskıya karşı duvar çatlaklarından bir şekilde sızan ve tüm dünyaya ulaşan öykülerin lezzeti de yarattığı etki de inanılmaz. İran sineması denildiği zaman akla genelde Penahi, Ferhadi, Mecidi gibi erkek yönetmenler gelse de son dönemlerde yıldızı parlayan bir kadın yönetmene burada ayrı bir parantez açmamız gerekiyor: Marziyeh Meshkini.  Hatırlanacağı üzere kendisi “The Day I Became A Woman” filminde farklı dünyalara sahip üç ayrı kadının hikayesini ayrı pencerelerden beyaz perdeye taşımıştı. O dönem Venedik Film Festivali’nde de gösterimi yapılan film, İran sineması özelinde önemli bir dönüm noktasıydı. Marziyeh Meshkini’nin deyim yerindeyse “erkekler ve yasaklar ülkesi” olarak tanımlanabilecek İran’ın dinci, cinsiyetçi yaklaşımlarını açık eden bu filmi mutlaka izlemelisiniz. Yönetmen kariyerinde; Utanç, Çılgınlığın Keyfi ve Afgan Alfabesi gibi başarılı filmlere imza atmış olsa da sinema severler onu büyük ölçüde bu filmi ile hatırlıyor.
(Zeynep Pehlivan)