"İktidar kadınları eve bağlıyor"

Prof. Dr. Funda Şenol Cantek, “Mevcut iktidar tarafından kadınları istihdamdan uzak tutmak için 3 çocuk doğurmaları telkin ediliyor. Kadın çocuk doğurdukça eve daha bağımlı hale geliyor. Eve bağlı kaldıkça istihdam sürecine katılma imkânı azalıyor. Çünkü yaşı geçiyor kendisini geliştiremiyor. Rekabetçi düzene ayak uyduramıyor” diyor.

ZEYNEP AKGÜL
Ankara- Kent, kadının yaşam alanını ev ile özdeşleştirirken erkekleri ise toplumsal yaşamın farklı alanlarına yönlendiriyor. Böylece, gündelik yaşam pratiklerinde kadın ev içi/özel alanda, erkek ise kamusal alanda karşımıza çıkıyor. “Kadın dostu bir kent” denildiğinde ilk akla gelen “kadınların bebek arabaları ya da topuklu ayakkabılar ile rahatlıkla yürüyebilecekleri kaldırımlar” olsa da ‘kadın dostu bir kent’, kadınların güvenlik ihtiyaçlarından tutun da, istihdam olanaklarına kadar erkeklerle eşit yararlanabilecekleri sosyal yaşantı gibi süreçlerin toplumsal cinsiyet eşitliği prensibini dikkate alarak gerçekleştiği bir kenttir. Böyle bir kentin var olabilmesinin en önemli koşulu ise kadınların karar alma mekanizmalarında ve planlama süreçlerinde yer almaları ve kendilerini doğrudan etkileyen politikalar üzerinde söz sahibi olmaları. Oysa ki günümüzde, kadınlar yönetim ve karar mekanizmalarında yeterli temsil edilememekte, bunun sonucu olarak da kent hayatına katılım anlamında çok ciddi bir eşitsizliğe maruz kalmaktadır.
Bu işin uzmanlarından Kanun Hükmünde Kararnameyle (KHK) Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyeliğinden ve Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı Başkanlığı’ndan ihraç edilen Prof. Dr. Funda Şenol Cantek, kadının özel alanda kapalı kalmasının eril tahakkümün işine yaradığını tarih boyunca bütün dünyada erkeklerin idari mekanizmaları tekellerinde tutarken, kadınların ise ailenin esenliği ve sürekliliğinden sorumlu tutulduklarını belirterek, “Bir kadın geleneksel kültürde anne ve eş olmaya hazırlanır sürekli. Ev işlerinde bilgi sahibi olması, ahlaklı ve namuslu olması ve aynı zamanda iyi bir anne olması beklenir. O iyi anne tanımı da bizim coğrafyamızda gelenekler ve ataerkil kültür tarafından belirlenir” diyor. 
Cantek ile cinsiyet rolleriyle mekânsal ayrışmaları, kamusal-özel alan ayrımını, “Kadın dostu kent”ler denildiğinde ilk akla gelen kadınların topuklu ayakkabılar ile rahatlıkla yürüyebileceği kaldırımları ve köftehor vergisini konuştuk. 
• Kentler ve binalar tasarlanırken “kadının yeri evidir” kurgusu ile geleneksel aile norm olarak alınır. Örneğin avlulu evler, ev içi yaşamı dış dünyadan yalıtır. Bu nedenle avlulu evlerin pencereleri sokağa değil, avluya bakar. Gündelik yaşam pratiklerinde kadın ev içi/özel alanda, erkek ise kamusal alanda karşımıza çıkıyor. Kadınlar neden evlere hapsediliyor? 
Kamusal-özel alan ayrımı bizim coğrafyamızda ortaya çıkmış bir ayrım değil. Batı siyasi tarihine uzanan bir ayrım. Ama bizde farklı bir biçimde içerisi, dışarısı, mahrem olan ya da umuma açık olan şeklinde bir ayrım olmuş. Bizim kültürümüzde ta imparatorluk döneminden gelen, kolektif bilinçaltına yerleşmiş özel alan mahremiyeti çok sıkı bir biçimde korunuyor. Evler inşa edilirken pencerelerin birbirine bakmaması hatta bir evin bahçesinde çok yüksek bir ağaç varsa o ağacın kesilmesi istenirmiş. Çünkü; ağacın dallarına tırmanıp karşı evi gözetleyebilme imkânı ortaya çıkabilir diye düşünülürmüş. Bizim kültürümüzde o kadar ağır bir mahremiyet algısı var. Haneye tecavüz bizim kanunlarımızda da en ağır cezalardan birini gerektiren suç. Hanenin mahremiyetinin sıkı sıkı korunması isteniyor. Bunun sebebi de sizin başta söylediğiniz kamusal-özel alan ayrımı. Bir erkeğin haremine dahil olan kadınları ve çocukları özel alana erkeği de kamusal alana yönlendirmesi. 
Bir erkek olarak sizin hareminize dahil olan kadınların ve çocukların can güvenliği ve namusundan siz sorumlusunuz. Osmanlı döneminde köftehor vergisi adı altında bir vergi varmış. Eğer eşiniz sizi aldatırsa ceza olarak devlete büyük bir vergi ödüyorsunuz. Bu düşünce erkeklerin kadınları özel alanda çok daha büyük bir baskı altına almasını beraberinde getiriyor. Çünkü kadın o özel alanın dışına çıkıp ailenin bütünlüğünü, namusunu ve ahlakını ihlal eden bir davranışta bulunursa bu sadece kocayı üzecek öfkelendirecek bir sorun değil aynı zamanda devlet tarafından cezalandırılacak bir suç. Günümüzde bu suç sayılmazsa bile yasalarda zinanın cezası var. Boşanma sebeplerinden biri ama zina yapan kişiyi hapse gönderebilecek bir ceza değil. Ama geçmişte kocaya vergi ödetecek kadar ağır bir ceza. Bu cezanın varlığı, erkeğin kadını ağır bir baskı ve denetim altında tutmasını beraberinde getiriyormuş geçmişte. Şimdi bu cezanın karşılığı dini ve ahlaki normlar. Bu normlar da aynı ağırlıkta bir sürecin işlemesine sebep oluyor. 
Kamusal-özel alan ayrımı aslında kadınların aleyhine işleyen ayrım olmakla birlikte biz bunun içini farklı bir şekilde doldurursak bu ikili ayrımın üstesinden gelmemiz daha kolaylaşabilir. Kadınların yaptığı işlerin de önemli ve itibarlı olduğunu idrak eder ve bu işlere iade-i itibarda bulunursak bu ayrımın üstesinden gelmek daha kolay olabilir. 
Hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmadı...
• Sokak ve kadın yan yana geldiğinde neden olumsuz bir algı yaratılıyor... Yüzyıllar boyunca kadın ve sokak ikiliği olumsuz çağrışımlarla çevrelenmiş ve dışarıya çıkan kadın toplumun düzenine karşı önemli bir tehdit olarak algılanmıştır. Kadınlar neden iktidar için tehdit oluşturuyor? 
Kadının özel alanda kapalı kalması eril tahakkümün işine yarar. Eril tahakkümü tesis etmek ve sürdürmek erkeklerin daha avantajlı oldukları bir toplum yapısında hem ‘toplumsal barışın ve huzurun!’ sürmesini hem de erkeklerin hizmetlerini gören bir kesimin ilelebet orada kapalı kalmasını sağlar. 
Ayrıca, o hizmetin sürmesini, kadınların arka planda kalmasını ve erkeklerin sahip olduğu güce kadınların ortak olmamasını sağlar. Kadınların kamusal alanda bulunması erkeklerin yaptıkları işlere, hayattan beklentilerine, kendilerini var etme biçimlerine ortak olmalarını beraberinde getiriyor. İstihdam sürecinde çok fazla kadının olması bile şikayet konusu. Tarihin her döneminde bu kadar işsizlik varken ve erkekler iş bulamazken kadınların belli sektörlerde çoğalmaya başlaması her zaman rahatsızlık konusu olmuştur. 
2’inci Dünya Savaşı’ndan sonra erkekler cephelerde oldukları için kadınlar kitlesel olarak çalışma hayatına katılmışlardı. O çok büyük huzursuzluk yaratmıştı ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Kadınlar artık dünyayı, toplumu, dışarıyı, sokağı, kamusal hayatı, çeşitli meslekleri ve sektörleri tanımaya başlamışlardı. Ve bir daha eve dönmeye eskisi kadar istekli olmadılar. Erkekler cepheden geldiklerinde de kadınlar eve dönmeyi kabul etmedi. Bu süreç kadınlar için devrime dönüştü. Kamusal alana meşru bir şekilde çıkabildikleri devrimsel bir döneme tekabül ediyor. Ama şunu her zaman akılda tutmak lazım: ‘Sokak özgürleştirir’ iddiası başlı başına doğru bir iddia değil. 
Avarelik de erkeklere özgü
Neden doğru bir söylem değil?
Sokağa kendi isteğinle, istediğin zamanda ve istediğin biçimde çıkarsan sokak özgürleştirir. İkinci ve üçüncü dalga feminizmin bir iddiası var. Diyorlar ki; ‘Biz hem ev içinde hem işyerlerimizde sömürülüyoruz hem de mezhepsel ve ırksal farklılıklarımız sebebiyle ayrımcılığa maruz kalıyoruz. Bizler, birinci dalga feminizminin beyaz şehirli kadınlarından farklıyız. Bizim başka tür sömürülere de maruz kaldığımızı görün.’ 
‘Sokağa çıkmak’ dediğimiz şey sadece sokakta avarelik etmek değil. Sokağa çıktığın an evinin geçimini de üstlenmiş oluyorsun. Emek sömürüsü sürecine de maruz kalmış oluyorsun. Evde de domestik faaliyetleri sürdürdüğün için çift taraflı bir sömürüye maruz kalıyorsun. 
Sokak özgürleştirecekse eğer; sokak bizim istediğimiz biçimde kullanacağımız bir sokak haline gelmeli. Dışarıya biz istediğimiz zaman ve istediğimiz sebeplerle çıkabilmeliyiz. Dışarının biçimlendirilmesine kurallarına da etki edebilmeliyiz. Yani bir ailenin geçimi ve yükü de bizim üzerimize biniyorsa eğer ve işyerinde de çeşitli sorunlar yaşıyorsak bu bir özgürleştirme hali değil çifte sömürü hali aslında. Bu söze bunu düşünerek ihtiyatlı bir şekilde yaklaşmamız gerekiyor.
Kadınların avarelik edebilme hakkı çok fazla yok. Avarelik de erkeklere özgü. Kadınların avarelik edebilmesi -bunu olumsuz anlamda söylemiyorum serserilik, boş gezenin boş kalfası şeklinde kullandığım bir kavram değil- keyiflerince yaşadıkları şehrin sokaklarında dolaşabilme imkanları olduğu gün bence kadınlar biraz daha özgürleşmiş olacak. Büyükşehirlerde bile bizim gibi okumuş yazmış kadınlar -bile derken diğer kadınları küçümsediğim için değil hep bizim daha fazla özgür, daha fazla güçlü, daha fazla cesaretli olduğumuz düşünüldüğü için söylüyorum- hem işte hem de evde sömürülüyor. 
Kadınların gerçekten amaçsızca sadece gezmek ve etrafı tanımak için dolaşmaları ya da ille de bir şehrin sokağı değil de birincil ilişkilerin baskın olduğu daha küçük yerleşimlerde, taşrada da kadınların özgürce gezebildiklerini ya da bir kasabanın sokağında rahatça yürüyebildiğini düşünebiliyor musunuz? Düşünemezsiniz. Kadınlar sokağa ya alışverişe ya çocuğu okula bırakmak ya da hastaneye gitmek için çıkar. Ve hızlı hızlı gider gelir. Mekânı transit olarak kullanır. Böyle aylakça, yaylana yaylana, keyfince yürümek, istediği yerde oturmak, tek başına bir cafeye girmek ya da lokantada yemek yemek ya da bir parkta oturup sigara içmek bile çok yadırganan bir durum. Eğer sokakta rahatça dolaşabilirsek sokak bizi özgürleştirir. Eğer sokağa çıktığımızda şiddete, sömürüye, tacize, tecavüze uğramıyorsak ya da bakışlardan yönelen tacize maruz kalmıyorsak sokak bizi özgürleştirir. 
Bir kadın sürekli anne ve eş olmaya hazırlanıyor
• Aile hayatının korunması kadınlara layık görülmüş. Erkeklere özgü ilişki/iletişim ve de mekânlar ile kadınlara biçilen rol ve statü alanları birbirinden neden farklı?
Tarih boyunca bütün dünyada erkekler idari işleri tekellerine almışlar, kadınlar ise ailenin kurulması ve sürdürülmesinden sorumlu olmuşlardır. Kadınların özel alanın emekçileri olmaları beklenmiş. Kadınlardan özel alanı ayakta tutmaları ve erkeklerin kamusal alanda güvenli, huzurlu olmaları için lojistik destek vermeleri beklenmiş. Ve soyun devamlılığını sağlamak için üreme ve bakım faaliyetlerini layıkıyla yerine getirmeleri beklenmiş. Bir kadın geleneksel kültürde sürekli anne ve eş olmaya hazırlanır. Ev işlerinde bilgi sahibi olması, çeyiz yapması, ahlaklı-namuslu olması ve aynı zamanda iyi bir anne olması beklenir. O iyi anne tanımı da geleneksel kültür ve ataerkil tarafından belirlenir. 
Kadınlar en çok bakım sektöründe çalıştırılıyor
• Uluslararası sivil toplum kuruluşu Oxfam’ın küresel eşitsizlik raporuna göre, kadınlar ücretlendirilmeyen bakım emeğinin yüzde 75’inden fazlasını gerçekleştiriyor. Dünya çapında kadınların yüzde 42’si bakım işlerinden sorumlu ve bu rakamlar erkekler içinse sadece yüzde 6. Kreş, ev hizmetleri ve bakım gibi sektörlerde çalışan kadınlar genellikle düşük ücretle çalışıyorlar ve sınırlı haklara sahipler. Kadınlar neden en çok bakım sektöründe çalışıyor? 
Kadınların çalışma hayatına girmeleri bakım hizmeti veren işlerle olmuş. Kadınlar genelde hasta bakıcı, hemşire, sekreter ve öğretmen olarak karşımıza çıkıyor. İlerleyen zamanlarda fabrikada bant işçisi olarak çalışmaya başlıyor. Ama ilk ortaya çıkış biçimi bizim kültürümüzde de batıda da hep cephede hasta bakıcılık ya da okulda öğretmenlik yapmak oluyor. 
Eski Sovyet Blok’unun dağılmasından sonra dünyaya yayılan kadın göçmenler -biz bu sürece göçün kadınlaşması diyoruz- ya bakım hizmetlerinde çalıştılar ya da seks işçiliği yaptılar. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yaşanan o yoksulluk ve ekonomik çöküşte neden erkekler dünyanın her yerine yayılıp çalışmadılar? Çünkü bakım hizmetini erkekler veremezdi. Bakım hizmeti vermek dünyanın her yerinde kadınlara mahsus olarak görülüyor. Bakım hizmeti verebilecek kadınların istihdam imkânı daha fazlaydı. 
Fuhuş da kadınların yoğunlukta olduğu bir sektör. Bu tabloya da bakacak olursak kadınlara bakım hizmetlerinde istihdam etmek reva görülüyor. Bunun ötesine geçmelerine çok da fazla izin verilmek istenmiyor. Çok yadırganıyor. Mesela öğretmenlik de insan yetiştirme faaliyeti olduğu için kadınlara atfediliyor. Kadınların istihdam süreçlerinde hem ahlak ve namuslarını koruyabildikleri hem de çok fazla ufuklarını açmayacak özgürlük taleplerini güçlendirmeyecek sektörlerde çalışmaları tercih ediliyor. 
Öğretmenlik gibi mesleklerde ise çocuklarla ya da en fazla gençlerle muhataptır kadın. Bu iş çok daha ahlak ve namus standartları içerisinde tutularak gidiyor. Ama mühendis olsan şantiyeye gideceksin bir sürü erkek işçi ile karşılaşacaksın... Öğretmenlik çok daha güvenli, ahlaki kriterlerin dışına çıkılmayacak ve bakım hizmeti sunmanı gerektirecek bir meslek olduğu için hep, ‘Kadınlara yakışan meslek öğretmenlik’ derler. Çünkü çalışma saatleri belli mesela gazetecilikteki gibi gece deprem oldu savaş çıktı gibi bir durum yok. Bunlar kontrol edilebilir meslekler.  
Kadınları istihdamdan uzak tutmak için 3 çocuk doğurmaları telkinleri veriliyor
• TÜİK verilerine göre Türkiye’de iş gücüne dahil olamayan 20 milyon kadının 11 milyonu, ev içindeki bakım sorumlulukları sebebiyle iş gücünün dışında. Özellikle yoksul mahallelerde uygun ücretli kreşlerin ve diğer bakım hizmetlerinin olmaması, yoksul kadınları daha da fazla yoksulluğa mahkum ediyor; bu da kadınların maruz kaldığı cinsiyet eşitsizlikleri ile beraber gelir eşitsizliğinin de kalıcı hale gelmesine neden oluyor. Cinsiyet eşitsizliği ve gelir eşitsizliği paralel diyebilir miyiz?
Üst ya da orta sınıf kadınlarının daha az ezildiğini ya da daha az ayrımcılığa maruz kaldığını söyleyemeyiz. Ama ekonomik olarak daha güçlü kadınların daha az cinsiyet ayrımcılığına maruz kalma imkânı var. Mesela boşanabilirsin, çocuğunu yanına alabilirsin ya da başka bir şehre taşınabilirsin... Yoksul kadınların bunu yapma şansı yok. Mesela sığınma evine gittiğinde 6 ay kalabiliyor. Sonra tekrar açıkta kalıyorsunuz... Bir kısır döngü gibi... Mevcut iktidar tarafından kadınları istihdamdan uzak tutmak için 3 çocuk doğurmaları telkinleri veriliyor. Kadın çocuk doğurdukça eve daha bağımlı hale geliyor. Eve bağlı kaldıkça istihdam sürecine katılma imkânı azalıyor. Çünkü yaşı geçiyor kendini geliştiremiyor. Rekabetçi düzene ayak uyduramıyor. 
Ondan daha genç, çok daha eğitimli, çocuksuz hatta evli olmayan kadınlar ya da erkekler o istihdam sürecine daha rahat dahil olabiliyor. Bizim kültürümüzde kadın çocuğu ile simbiyotik bir bağ kuruyor. Evden uzaklaşması çok zorlaşıyor. Kadınların çocuklarını güvenle bırakabilecekleri ücretsiz kreşler de yok. Çocuğu kreşe bırakamazsan zaten kazandığın üç kuruş maaşı da bakıcıya verirsen ya da paralı kreşe verirsen zaten kazandığın maaşın da ailen ve sosyal çevrende anlamı olmuyor. O zaman ailen ‘Kazandığın parayı bakıcıya vereceksen sen niye çalışıyorsun?’ diyor. Böylece çalışmanın da meşruluğu ortadan kalkıyor. Yani eve hiç gelir getirmeden çalışmanın erkekler tarafından mazur görülür bir tarafı yok. 
Halbuki; para da kazanmam önemli değil yeter ki evden çıkayım. Yeter ki kariyerimi geliştirecek bir iş yapayım. Yeter ki dünyaya karışayım, sosyalleşeyim.’ diyorsun. Ama kazandığın parayı da bakıcıya harcadığın için pek onaylanmıyor çalışma hayatına karışman. Böyle de bir kısır döngü var. Ya da şöyle yapıyorsun: Çocuğunu ya annene ya da evdeki yaşlı bir kadına baktırıyorsun. Parasal karşılığı olmayan bu yükle başka bir kadının emeğini sömürüyorsun. Yani yine erkekler hiç bakım sektörüne bulaşmıyorlar yine kadınlar arasında hallediliyor. Aslında bu da bir kısır döngü.
• “Kadın dostu kent”ler denildiğinde ilk akla gelen kadınların topuklu ayakkabılar ile rahatlıkla yürüyebilecekleri kaldırımlar... “Kadın dostu kent” ne demek bize biraz anlatır mısınız? 
‘Kadın dostu kent’ aslında kadınların yönetimde söz ve hak sahibi olabilmeleri hatta yönetim kademesinde yer alması anlamına geliyor. (Belediye başkanı, muhtar, meclis üyesi, vali olarak) İkincisi ise; güvenle özgürce ve beklentilerinin karşılandığı bir şekilde yaşayabildikleri kent; kadın dostu kent olur. Sadece topuklu ayakkabı ile topuğun kırılmadan sokaklarında dolaşabildiğin kent yeterince kadın dostu kent değildir. O da önemli. Ama onun önem sıralamasındaki yeri çok daha aşağıda. Eğer kadınlar bir şehrin yönetiminde faal olarak yer alabilirlerse, hemşerilik bilincini geliştirebilirlerse, kent haklarını talep edebilirlerse, yani beklentilerini dile getirip bunların karşılanması noktasında ısrarcı olurlarsa o zaman kadın dostu kentte yaşama şansları olur. Yoksa sadece kaldırımları düzgün olduğu için ‘Çocuk arabasını rahatlıkla sürebiliyorum gerisi beni ilgilendirmiyor’ diyen bir kadın “kadın dostu kent” arayışı içinde değil. Eğer bir kadın olarak o kentin yönetiminde söz hakkına sahipsen zaten kaldırımlarının da yürümeye uygun ve çocuk arabası ile dolaşmaya uygun hale gelmesini sağlarsın. 
Hemşerilik bilincinin geliştirilmesi gerekiyor
• Özel-kamusal ayrımı, kadın ve mekân etkileşiminin en belirgin biçimde somutlaştığı alanlardan birisi. Bu ayrım, özellikle de kentsel ölçekte ele alındığı zaman, kadınların kentteki davranışlarını, pratiklerini ve aynı zamanda hareket alanlarının sosyo-mekânsal sınırlılıklarını açıklamaya imkân veren bir çerçeve sunar diyebilir miyiz?
Mekânsal göstergeler bir çok konuda bize veri ve ipucu sunabilir sadece kadınların mekânsal hareketliliklerini izleyerek onların kamusal alanı nasıl deneyimlediklerini, kamusal ve özel alan ikiliği içerisinde nereye sıkışıp kaldıklarını hangi tarafı daha çok kullandıklarını görebiliriz. Bunu görmek bize cinsiyet eşitsizliklerinin nasıl işlediğini hangi etkenlerle kadınların baskı altında tutulduğunu, kadınları zorlayan, özel alana hapseden veya kamusal alana sadece belirli zorunluluklar sebebiyle çıkmalarına neden olan unsurların neler olduğunu görürüz. 
Bunlar da bize bunları görmek, değiştirmek, dönüştürmek kadınları daha özgürleştirici hamleler yapmak imkanı verir ya da yol gösterir. Bu açıdan bir avantajdır. Sadece kadınların değil, bence mekânsal göstergeler yani mekanın hangi iktidar unsurları tarafından hegemonik baskı altında tutulduğunu, hegemonya mücadelesinde kimin güçlü olduğunu görmek için mekana bakabiliriz. Mekana bakarak orada hangi ideolojik perspektifin hakim olduğunu veya hangi paradigmanın o dönem o mekanda güçlü olduğunu görmek de mümkün. Mekan bu tür göstergeler sunuyor bize. Mimarı unsurlar, şehir planlamaları, sokak isimleri, heykeller, abideler şehir mobilyaları çevre düzenlemesi parklar ve AMV’ler bir şehrin kimin hegemonyası altında olduğunu gösterir. 
• Kadınlar, yönetim ve karar verme mekanizmalarında, özellikle de yerel düzeyde, yeterli temsil edilememekte, bunun sonucu olarak da kent hayatına katılım anlamında çok ciddi bir eşitsizliğe maruz kalmakta. Burada belediyelere düşen ne? 
Burada belediyeleri düşen görevi konuşabiliriz ama bence kadınların kendileri de bu konuda yeterince cesur ve girişimci değiller. Şikayet etmekten çok talep etmek gerekiyor. Talep etmezsen kimse sana bir şey vermez. Şikayetlerini dile getirmezsen onların çözümü için bir hamle yapamazsın. Hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi çok önemli. 
Funda Şenol Cantek kimdir? 

1970 Ankara doğumlu. A.Ü. İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun olduktan sonra bir süre basın sektöründe çalıştı. Lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi SBE, Gazetecilik ABD’nda tamamladı. 1994 yılında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladı. 2010 yılından bu yana Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde görev yapıyordu. İhraç edilene kadar, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı Başkanı idi. Başlıca ilgi alanları, gazetecilik uygulamaları, iletişim sosyolojisi, kent sosyolojisi, basın tarihi, toplumsal cinsiyet çalışmaları ve sözlü tarih çalışmaları.