Dokuztaş…

“Bu güzel çocuklar, savaşın her türlü vahşetine karşı direngenlik gösteren çocuklar; hala yaşanılabilir bir dünya olduğunu bizlere kanıtlıyorlar.”

DERSÎM MÎRZA

Şehba – Sonbahar gelmiş.

Temiz bir hava…

Üzerine bir de okullar bugün tatil değmeyin çocukların keyfine.

Mahalleler senin, sokak araları benim, dolana dolana oynayıp duruyorlar.

Etraflarındaki savaş izlerine aldırmadan oyunlarına koyuluyorlar…

Sıcak bir Eylül günü, tam gezi ve oyun havası. Çocuklar kaçırır mı böyle bir havayı, güzelliği ve fırsatı?

Şehba’nın bir ara mahallesinde ilerlerken karşılaşıyoruz onlarla. Aslında daha birkaç sokak öncesinden seslerini duyuyoruz.

Sokak aralarındaki bu çocuk seslerini duymak çok hoşuma gidiyor. Günümüzün çocuklarının teknolojiden, telefon ve internetten uzakta, birlikte oyun oynarken, etkileşimde bulunurken görmek beni mutlu ediyor.

Çocuk seslerinin yükseldiği yere doğru ilerliyorum.

Avazlarının en yüksek tonundan birbirlerine sesleniyorlar:

“Hızlı koş, yakalanma…”

“Bir türlü yıkamadın taşları, hadi hızlı ol…”

“Uff ya yine yakalandım…”

Çocukluğum geliyor aklıma da, bir türlü oynadıkları oyunun adı gelmiyor. Oyunlarını bozmamak için sormuyorum.

İzliyorum.

Bir an sonra oyunun adı aklıma geliyor.

Dokuztaş…

“Çocukluğumun en güzel oyunlarındandı”

O anda oyunu ve kurallarını hatırlamaya çalıştım. Hafızam biraz zorlandı ama oynayan çocukları izlerken yavaş yavaş hatırlıyorum.

Önce eşit sayıda iki grup oluşturulur. Sonra orta boyutta, yayvan dokuz adet taş üst üste dizilir. Gruplar sırayla üçer defa top ile taşları yıkmaya çalışır, üç vuruşta yıkılmazsa sıra diğer gruba geçer. Taşları yıkan grup hızla kaçmaya diğerleri ise yakalamaya çalışır. Yakalananlar oyundan çıkar. Diğerleri ise taşları yeniden dizmeye çalışır. Dizerlerse oyunu kazanıp bir puan öne geçerler.

Çocukluğumun en güzel oyunlarındandı. Paylaşıyorduk, gülüyorduk, grup ruhunu, fark etmeden kolektif olma özelliklerini ediniyorduk. Enerjimizi doğru kanalize edebiliyor, kendimizi tembellikten kurtarıp daha sağlıklı bir gelişim yaratıyorduk.

Şimdi ise çocukların büyük çoğunluğu tüm bu güzelliklerden uzakta yaşam sürüyorlar. Aslında bir nevi insan iletişiminden, sosyalleşmeden uzaklaşıyorlar.

Bu oyunun ayrıntıları aklımdan geçip dururken, gözüm çocukların elindeki terliğe takılıyor. O anda fark ediyorum; çocukların ellerinde top değil de bir terlik olduğunu ve terlikle taşları yıkmaya çalıştıklarını.

Zevk ve mutluluk içinde oynanan oyun sona erdiğinde yanlarına gidip oyunun adını soruyorum.

İçlerinden ufak tefek olan bir çocuk cevap veriyor:

“Bu oyunun adı, şişe.

Terlikle oynanıyor

Oyunun kurallarını nasıl oynandığını da büyük bir heyecanla anlatırken gözlerinin içi gülüyor.

Oyun tüm kural ve yöntemi ile ‘dokuztaş’ oyunu.

Tek bir farkla, terlikle oynuyorlar.

‘Neden?’ diye soruyorum.

Ellerindeki patlamış topu göstererek; ‘topumuz yok da ondan’ diyor.

Böylece bir kere daha bu çocuklara hayran kalıyorum.

Ne savaş ne savaştan geriye kalan izler, yaralar, ne de yoksunluk bu çocukların oyununu, yaratıcılıklarını engelleyemiyor.

Bir kere daha mutlu oluyorum.

Çocuklarımız her gün savaştan, adaletsizlikten, vurdumduymazlıktan ölümle cebelleşirken, bu çocukların hala inatla yaşama sarılması, oyunlar yoluyla da olsa yaşamlarına anlam katması benim için büyük anlamlar taşıyor.

‘İşte bu’ diyorum ‘işte bu!’

Bu güzel çocuklar, savaşın her türlü vahşetine karşı direngenlik gösteren çocuklar; hala yaşanılabilir bir dünya olduğunu bizlere kanıtlıyorlar.

Paramparça olan çocuklar

Sonra birden aklıma Tıl Rıfat’ta oyun oynarken havan topunun paramparça ettiği o masum çocuklar geliyor.

Bir yandan olmayan bir top, bir yandan kullanılamayacak sönmüş bir top, bir yandan da can alan bir havan topu…

O güzel çocukların isimleri düşüyor aklıma:

Muhammed Ali, Mustafa Muhammed, Hacı Omer, Arif Cafer Muhammed, İmad Ahmet Kêfo, Abdul Fetah Aliko, Semir Abdurrahman Hiso, Muhammed Abdullrahman Hiso…

Oyunları, yaşamları yarım kalan çocuklar…

Sonra gözlerimi taştan, terlikten, toptan ayırıyor ve oyunlar oynayan, insana yaşam umudu taşıyan bu çocukların isimlerini soruyorum:

Arjîn, Zeyid, Ayşe, Barîn, Masir, Xelîl, Mehmet, Dilşêr, Heda, Şirîn, Mustafa...

Onları tanımak çok güzel.

Savaş yıkıntılarının arasında oyunları ile yaşama canlılık katan bu çocukların gülüşlerine tanık olmak çok güzel!

O gülüşün tadında gelecekleri olsun istiyorum; o gülüşün tadında yaşamları.

Yola koyuluyorum.

Geç kalmamam gerek; sokağın diğer ucundaki çocukların sesi beni çağırıyor…