Sanat izleyiciyi ehlileştirmek zorunda değil!

Ressam Yekateryna Grygorenko öğretilmiş güzel, öğretilmiş doğrular ile değil; çirkin, yanlış ve iğrencin estetiğini izleyiciyle buluşturmayı amaçlıyor. Bulunduğumuz gerçeği reddederek tükenme noktasındaki güzellik çerçevesi içerisinde yeni bir gerçeklik arayışına çıkıyor. Bedenin maddeselliğine odaklanarak ölüm, doğum, acı, şehvet, tiksinti, arzu hallerini direkt olarak izleyiciye sunan Yekateryna Grygorenko, çalışmalarını “Çalışmalarımın çoğunda da görülen dikiş – nakış pratiği kadının, annenin, doğumun ve üremenin kutsallığına değinerek her seferinde üretimlerimle bir doğum gerçekleştirir ve içinde kendi oyunumu kurarım” diye anlatıyor.

PERİ BAYAV

İzmir - Ressam Yekateryna Grygorenko ile resim, dikiş – nakışla olan hikayesini, bulunduğumuz gerçeği reddederek tükenme noktasındaki güzellik çerçevesi içerisinde yeni bir gerçeklik arayışında oluşunu, sanatta zillet kavramı ve kadın imgesi üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Yekateryna Grygorenko kimdir?

1996 yılında Mersin’de doğdum. 2019 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü’nden mezun oldum.  Şu anda aynı üniversitede yüksek lisansımı tamamlama sürecindeyim. İşlerimi daha çok tükenme noktasındaki güzellik çerçevesi içerisinde sürdürmeye çalışıyorum. Ukrayna vatandaşıyım ama Türkiye’de büyüdüm. İki kültürü de çocukluğumdan beri detaylı bir şekilde takip edebiliyorum ve ikisine de hakimim. Bu yüzden bu iki kültüre de sahip olmadığımı düşünüyorum. Ne Ukraynalıyım ne de Türküm. Kimliksiz bir bireyim aslında.

Resim ve dikiş – nakışa olan ilginiz nasıl başladı?

Resme ilgim hep vardı. Fakat dikiş öyle değildi. Annemin arşivlerinde, benim çok küçükken çizdiğim resimlerim vardır. Ama dikiş yaklaşık beş yıl önce disiplin alanıma girdi. Çünkü dikiş dikmeyi sevmiyordum. Çok kadınsı buluyordum. Annem ve anneannem beni dikiş dikeyim ya da kanaviçe yapayım diye sürekli dürtüyorlardı. Ama ben hiç istemiyordum. Çünkü öğretilmiş bir kadınlık var ve bu öğretilmiş olan kadınlık hatalı bir şeymiş gibi görünüyordu. Bize anlatılan çoğu korkunç olay ya da yaşanılan gerçekler olsun bende kadının istenilmediği kanısını oluşturmaya başladı, çocukken bunun karmaşasını yaşıyordum. Kadınsılık kötü, ben niye kadın gibi davranayım gibi bir kanıya varıyordum. Fakat beş yıl önce bunu yendim ve dikiş dikmeye başladım. İlk başta çok küçük bedenler yapıyordum. Oyuncak formlarında bedenler dikiyordum. Fakat sonra boyumdan büyük bir işe kalkışmak istedim. Çünkü neden olmasın? Sanat kendim için bir savaş alanı. Sürekli bir şeyle savaşmam, uğraşmam gerekiyor ki hem ben ilerleyebileyim hem de istediğim şeyler ilerleyebilsin.

Resimden dikiş – nakışa nasıl geçtiniz? Biri diğerini önceliyor mu?

Kesinlikle öncelemiyor. Hepsini üretmeyi çok seviyorum. Şu anda performans sanatına da başladım. Disiplinler arası ilerlemeyi seviyorum. Resim çizerken dikiş de dikiyorum, dikiş dikerken performans da yapıyorum, fotoğraf da çekiyorum. Hepsi beni besliyor. İkisi de aslında birlikte, el ele gidiyorlar. Mesela bir süre sadece heykel ya da enstalasyon yaparsam, resim yapmayı özlerim. Bir anda onu bırakıp resme de başlayabilirim. Resim ve heykel hep vardı. Sadece dikiş yoktu. Yirmi yaşına geldiğimde de ‘bunu bezle nasıl yapabilirim’ diye düşünmeye başladım. Çünkü bez biraz grotesk bir şeyi canlandırıyor. Bezden bir beden izleyiciyi rahatsız edebilir. Çoğu filmde de öyledir. Bir bez bebek veya kocaman bir kafa hep korku nesnesidir. Tekinsizdir. Ben de bu tekinsizlikten çok keyif aldığım için buna yönelmeye çalıştım. Dikişle bu şekilde barıştım diyebilirim. Dikiş işleri yaparken resim her zaman diğer planda ilerliyordu. Küçük eskiz defterlerime sürekli nesneler, formlar, bedenler çizerim. Ama onlar böyle büyük büyük işler değildir. Daha çok benim günlüğüm gibidir. Mesela, bir rüya görürüm ve o rüyayı çizerim. Bir taş görürüm ve o taşı nasıl bir forma nasıl bir canlıya çevirebilirim diye düşünür onu kağıda dökerim. Daha sonra onları bir forma dönüştürürüm. Ama hemen olmuyor. Mesela, 3 yıl önce çizdiğim desen şu anda dönüşebiliyor ya da dün çizdiğim bir desen bugün dönüşebiliyor. Benim o anki ruh halime bağlı. Önceden hemen dikiş dikiyordum. Çünkü formsuzluğu aramaya çalışıyordum. Akademik eğitimde bize öğretilen doğruları, formülsel oran orantıları bozabilmek istiyordum. Bozmanın ve bozuğun estetiğini aradığım için anatomi çizerken yaptığım doğruları da bozmam gerekiyordu. Bu yüzden ilk başta eskizlerini hiç yapmıyordum. Tamamen bozuk ve spontane bir şekilde kafayı, boyunu, omuzu, kolları ve bacağı dikiyordum. Ortaya anatomisi çok bozuk bir insan bedeni çıkıyordu.

Eserlerinizi nasıl yaratıyorsunuz?

Amerikan bezi ve elyaf en çok kullandığım malzeme. Amerikan bezinin ince halini heykellerimde, enstalasyonlarımda kullanıyorum. Fakat tuvale geçince daha kalın bir Amerikan bezi kullanıyorum. Çünkü boyayı iyi tutması ve buruşmaması lazım. Her türlü boyayı kullanıyorum; akrilik, yağlı boya, guaj, pastel… Enstalasyonlarımı ya da heykellerimi üretirken bezlerimi ıslatmak ve boyamak için de akrilik kullanıyorum. Çok fazla boya kullanıyorum. O yüzden heykelleri veya enstalasyonları üretirken daha ucuz bir marka kullanıyorum. Renkleri de yaparken bir su şişesine koyuyorum. Renkleri karıştırıyorum, harmanlıyorum. Ondan sonra bulduğum rengi bir leğene döküyorum. Yapmayı planladığım formların ilk bez halini sanki çamaşır yıkıyormuşum gibi leğene bandırıp çıkarıyorum.  Spontane gelişen lekeleri arıyorum. Bazen çok iyi oluyor ama bazı detaylar daha gerekiyor. Her zaman deneysel ilerliyor. Bazen avucumun içiyle bile bezi boyadığım oluyor. Tek bir form istediğim için parça parça olduğu zaman küçük fırçalarla o forma boya da girdiği zaman gölge, ışık… bozabiliyor. İstemediğim bir şeye dönüşebiliyor. Ama tek bir seferde büyük fırçalarla ya da elimle boyama daha güzel bir etki bırakabiliyor.

Eserlerinizi üretme noktasında sizi besleyen şeyler var mı?

Yaşadığım alan, düşüncelerim, yaptığım yemekler, hayvanlar, çiçekler… Ama en çok beslendiğim şey kendi bedenim ve kendi kimliğim. Mesela, bir ağaç dalı ya da ağaç kökü bir insan bedenine benziyor. O beni çok etkiliyor ve ben de ondan yararlanarak kendi ürettiğim nesnelere aktarıyorum. Çok fazla taş inceliyorum, en çok renklerine dikkat ediyorum. Bazı taşların renkleri ölü beden rengi gibi oluyor. Ölü beden rengini taşta gördüğüm zaman onu kendi ürettiğim nesnelere aktarmak istiyorum. O taşları biriktirip kendime küçük bir koleksiyon yapıyorum. Hepsi çoğunlukta ölü renginde oluyor. Çünkü normal taşa baktığımızda beyaz olduğu için çok işe yaramıyor.  Ama bazen kırmızı, mor, pembe ve yeşilin olduğu bir taş görüyorum. Onlar inanılmaz çekiyor beni ve ondan besleniyorum. Daha çok amorf şeylerden besleniyorum; kırık ağaç dalı gibi. Ama bu daha çok şu anki üretimimle alakalı. Öncesinde daha çok bedenden ve kimlikten yararlanıyordum. İnsan bedeninin toplumda nasıl bir yer edindiğinin ve ne kadar homojen olduğunun farkına vardığım bir dönemdeydim. Sadece onu yapmaya çalışıyordum. Homojenliğin yararı bezlerin ellenebilir ve bir yere sıkıştırılabilir olması. Aslında birbirlerini beslediler gibi. Elimde bir nesne var yumuşacık, yastık gibi. Ben onu istediği forma sokabilirim. Bir yandan da bizim kimliğimiz var, o kimlik aslında toplumun veya iktidarın istediği gibi şekilden şekle sokuluyor. Biz bunun farkına pek varmıyoruz. Tüm bunlar birleşince istemsizce birbirini tamamlıyorlar.

İki farklı kültürden besleniyor olmanız eserlerinize nasıl yansıyor?

 İki farklı kimlikten besleniyor olmam işlerimde kültürsüzlük kavramını ortaya çıkarıyor. Kültürsüzlük de kimliksizlik kavramını ortaya çıkarıyor. Çünkü kültür bizim kimliğimizi oluşturan çok büyük bir parça. Ukrayna’da yaşıyor olsaydım çok daha farklı bir insan olurdum. Sadece Türk vatandaşı olsaydım çok daha farklı bir insan olurdum. Yaşayacağım, deneyimleyeceğim her şey çok daha farklı olurdu. İki kültürü birlikte deneyimlemem çok farklı bir şey yaratıyor. Ama aynı zamanda o kimliksizliği yaratıyor. Bunun farkına varınca da ben şimdi hiçbir yerde yaşamıyorum gibi oluyor. Çünkü ikisi de eşit derece de deneyimleniyor. Bu yüzden işlerime doğal olarak yansıyor. Ben bundan çok keyif alıyorum. Çünkü bence evrenin çocukları, evrenin bireyleri olmamız lazım. Bir kültürün, bir ülkenin değil.

Güzellik algısı öğrenilen ya da öğretilen bir şey midir?

Kadın nasıl olunur? Erkek nasıl olunur? İnsan, özne, birey nasıl olunur? Bu soruların yanıtları gibi, güzellik de, çirkinlik de öğretilmiş şeylerdir. Georges Bataille diyor ki “Bir koku bize çocukluğumuzda ‘Bu çok kötü kokuyor’ diye öğretildiği için belki de biz o kokudan bu kadar rahatsız oluyoruz.”  Bu çok küçük bir örnek aslında. Bunu büyüttüğümüz zaman kadınlık, güzellik, erkeklik, çirkinlik gibi kavramlar ortaya çıkıyor. O yüzden güzellik sadece bu öğretilmiş şeylerden bir tanesi.

Öğretilmiş güzellik, öğretilmiş doğrular ile değil; çirkin, yanlış ve iğrencin estetiğini izleyiciyle buluşturmayı amaçlıyorsunuz. Nedenlerini açıklayabilir misiniz?

Temel bir sebebi yok. Kendi kimliğimle alakalı. Ben de kimliksiz olduğum için, bu kimliksizlik beni bozukluğa itiyor. Ona vesile olan bir nokta sadece. Sanat tarihinde görüyoruz mesela; artık sanatın anlamının kalmadığını düşündükleri bir noktada Marcel Duchamp’ın veya diğer sanatçıların “biz ne yapabiliriz?” diyerek pisoru ters çevirip imza atarak sergiledikleri bir dönemde neden böyle bir şey yaptıklarını düşündüğümüz zaman insanların savaştan ve bencillikten korkmaları, rahatsız olmalarının bir tepkisi bu. Bir savaşı bitirdikten sonra geri dönüp çiçek böcek çizmek imkânsız bir şey. İnsanın kendi içindeki bir savaş da olabilir, iktidarın uyguladığı bir savaş da olabilir. Sanat sadece güzel olanı göstermek zorunda değil. İzleyiciyi ehlileştirmek zorunda da değil. Sanat o zaman özgür oluyor. Bir izleyici benim işlerimden keyif almak zorunda değil. Ben de keyif vermek zorunda değilim. Bu fikirlerin değişmesi ve gelişmesi lazım. İzleyiciyi irite ediyor olmamla, sanatın sadece güzele sahip olmadığını ve güzeli iletmeye çalışmadığını söylemeye çalışıyorum. Güzel bulunmayan şeyler de aslında güzel. Ama biz bu şekilde eğitildiğimiz ve büyütüldüğümüz için bize bunlar baskılanıyor. Kafamızda yer ediyor, biz bunun farkında olmuyoruz. Aslında benim yaptıklarım güzel. Mesela, arzu nesnelerini ve arzu objelerini çok fazla yapıyorum. Bazısında arzu denilen şey inanılmaz kutsal ve güzeldir. Varlığımızın tap noktasıdır arzu. Ama biz bunu gizlemeye çalışıyoruz. Yok etmeye çalışıyoruz. Arzuyu yüceltmeliyiz ve arzuyla yaşamalıyız.

Özellikle kadın figürlerini seçmenizin nedeni nedir?

Kadın, erkek, trans, lezbiyen, biseksüel … fakat belki kadını daha fazla yapıyor olabilirim. Sebebi benimde bir kadın olmam olabilir. Aslında hep bastırılan tarafı yapıyorum. İstenilmeyen tarafı yapıyorum. Benim araştırdığım kavram zillet, çoğu işlerimde kavram olarak zillet barınıyor. Zillet, yani istenilmeyen, aşağılanan... Julia Kristeva’nın tabiriyle abject. Ona göre anneden çıktıktan sonra, özne olmadan önceki hal ile öldükten sonraki hal aynı, ceset! Bunların sebebi özne olmadan önceki hal, sisteme hiçbir şekilde katılmadığın bir dönem. Bir özne olamıyorsun. Çünkü sistemin kuralları sana dokunmuyor ya da sen sistemin kurallarına göre yaşamak zorunda değilsin. Bu seni doğal, gerçek yapıyor. Öldükten sonra pis kirli olarak tabir edilen abject ortaya çıkıyor, hem de ceset olarak artık iktidara veya topluma karşı bir görevin yok. Aslında sadece varken varlığın hissediliyorken doğrusun ama aslında kendin için yanlışsın. Bu yüzden de kadın benim işlerimde büyük bir yer alıyor. Çünkü özne olarak sayılmıyor. Sayıldığı düşünülüyor.  Ben sayıyorum, birçok kadın sayıyor. Benim gibi düşünen birçok erkek böyle bakıyor. Ama genel olarak baktığımızda sadece Türkiye’de değil çoğu ülkede kadınlar özne olarak sayılmıyor. Bir aşağılanma durumu var. Erkek figürleri de iktidarın metaforu olarak ortaya çıkıyor. Benim bilinçaltımda erkek de aynı pozisyonda oluyor. Çünkü erkek de aslında bir tahakküm yaşıyor. Ama bu tahakküm onu yücelttiği için bunun farkında değil. Toplumda çok büyük bir yer edinebiliyor ve sevilebiliyor. Kadın ise zaten tahakkümle doğmuş. Bu yüzden de aşağılanıyor ama ikisi de aslında bence sıkıntılı durumdalar. Bu yüzden de işlerim kadını, erkeği, kimliksizliği, cinsiyetsizliği barındırıyor. Çünkü bir cinsiyete de gerek olmayabiliyor.  Benim bedenlerim kadın formu gösterse de vajinaya ya da penise sahip olsa da bu onu erkek ya da kadın yapmıyor. O onu sadece düz, tanımlanmış bir birey yapıyor. 

Sanatçının bir eser yaratmasıyla doğum olayı arasında bir benzerlik kurmuşsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Doğum sadece anne karnından çıkma gibi bir şey değil. Bu bir kusma, bir çıkarma, bir doğum da olabilir. Aslında hepsi birbiriyle bağdaşık. Kendimden çok besleniyorum. Doğal olarak bir çıkartma yaşıyorum. Çünkü kendimi tekrar ediyorum. Bunu da bir doğum olarak adlandırıyorum. Tekrar tekrar yenilendiğim bir süreç.

Size ilham veren sanatçılar ya da eserler var mıdır?

1990’larda Amerika’da abjcet kavramının ortaya çıktığı ve inanılmaz işlerin sergilendiği bir dönem. AIDS virüsü başlıyor o dönem ve AIDS’den onlarca insan ölüyor. Bundan dolayı insanlar, bedenin ne kadar anlamsız ve gelip geçici bir şey olduğunun farkına varıp bunun travmasını ortaya koymaya başlıyorlar, Kiki Smith, Cindy Sherman gibi.  Fotoğraf Sanatçısı Cindy Sherman’ın 1992 yılında çektiği bozuk beden, kırık beden ve parçalanmış amorf beden fotoğrafları var. Benim gördüğüm ve sevdiğim işler, parçalanmış beden formları. Hans Bellmer da çok sevdiğim bir sanatçı. Daha çok beden üzerine işler yapıyor. Sadece formel olarak değil bozulmuş, birbirinden farklı bedenleri ve arzu kavramını çok fazla kullanıyor. Bir de Louise Bourgeois’i çok seviyorum. Bedenler üretmeye  ilk başladığımda bir hocam Louise Bourgeois’ e ‘Bir bak’ demişti. Ben de baktım, baya benziyor işlerimiz. Kadının hayatını okumaya başladım. Hayatı da benim hayatımla aynı. Aynı şeyleri yasamışız. Aynı travmalar, mutluluklar, hevesler, heyecanlar... Bu yüzden onunla kendimi çok fazla bağdaştırıyorum.

İnsanların eserlerinize karşı tepkisi ne yönde oluyor? Kalıp yargılarla mı yaklaşıyorlar yoksa salt eserle mi ilişki kuruyorlar?

Kalıp yargılarla yaklaşan çok fazla izleyici var. Aslında bu insanın araştırdığı ve okuduğu şeylerle değişiyor. Benim araştırdığım şeylere yatkın şeyler araştırmış ve okumuşsa benim işlerime yargısız bir şekilde yaklaşabiliyor. Fakat, toplumun var etmeye çalıştığı formdaki bireyler işlerime baktığı zaman çok rahatsız oluyorlar ve inanılmaz kalıp yargılarla yorum yapabiliyorlar. Görmezden de gelebiliyorlar. Çıplak bir insanı gördüğümüzde hemen yüzümüzü kapatırız ya onun gibi. Benim işimi gördüğü zaman anında yön değiştirip gidiyorlar. Ama ben bunu İzmir’de yaşamadım. Sadece son birkaç sergimde yaşadım bunu. Orada da aslında ilk defa aradığım tepkiyi bulmuştum. Ben rahatsız ediyormuşum dedim. Çünkü bir süre sonra ben rahatsız olmuyorum, izleyici de rahatsız olmuyor.  Eee o zaman “ben ne yapıyorum?” diyorum. Ehlileştirme yönünde değil de sorgulama yönünde izleyiciye yaklaşıyorum.

Çalıştığınız alanlarda yaşadığınız en ilginç hikâye, hiç unutmayacağım dediğiniz bir hikayeniz var mı?

Çok fazla var. Ama yakın zamanda yaşadığım bir şey ilginçti. Sergide üç tane ceketli, çok dik yürüyen kaba erkekler vardı. Koruma gibiydiler. Tuvalime yaklaştılar. Resme yakınlaşınca resmin ortasına doğru bir penis şekli vardı. Tam penise benzemiyordu ama penis gibi. Fallus bir nesne. Onu yuvarlak içine aldı parmağıyla. Sonra arkadaşlarına gösterdi. Ben de yanlarındaydım. Buyurun, anlatabilirim dedim. Onlar da sordular, ben de anlattım her şeyi. Sonra bir adam daha yaklaştı tuvale. Sonra ‘Benlik değil bu iş’ dedi ve gitti.  Hem komik hem de ilginç bir hikâye. Çünkü seçiyor, ne onluk ne benlik değil diye. 

Bu konuda yaşadığınız en acı olay nedir?

Bir sergiye davet edilmeme rağmen işlerimin sergilenmesini istemediler. İstemediklerini başta söylemediler. Yer yok diyerek yalan söylediler. Halbuki yer vardı. Sonra iletişime geçip işlerimin sergilenmesini istediğimi, benim için önemli olduğunu söyledim.  Eğer sergilemezsem kendi manifestoma karşı gelmiş olacağım için bu işi bırakmam gerekeceğini belirttim. Ben izleyicinin güzel resim görüp keyif almasını ve satın almasını istemiyorum. Daha fazlasını istiyorum. İzleyiciyle karşılaşmak, çarpışmak, konuşmak istiyorum. Nedenini sormasını istiyorum. Rahatsız olduysa, rahatsız olduğunu söylemesini istiyorum. Ben oraya davet edildiysem, davetimi iyi bir şekilde karşılamaları lazım. İyi bir şekilde karşıladılar ama yaptıkları hareketle beni üzdüler. Sonrasında sergilendi. Acı bir olay. Ama benim için de ilerleyici bir olaydı. Kendi kendimi savunma noktası buldum. Bencillik ettim ama mesleğim gereği bunu yapmak zorundaydım. Çünkü yapmak istediğim, göstermek istediğim tek şey bu.

Bu konuda yaşadığınız en komik, en saçma, en tuhaf deneyim nedir?

8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Artsürem’in beni davet ettiği sergiye katılmıştım. Yerde fallus bir nesne vardı. İnce uzun bir nesneydi. Bir kadın, arkadaşının elinden tutup hışımla nesneye yaklaştı. Bunun kadınlar günüyle ne alakası var diye bağırdı. Komik gelmişti. Birincisi, kadınlar gününde bir kadından tepki görüyorsun. İkincisi, kadınlar gününe özel sadece kadınlar gününü anlatan bir sergi değildi. 43 sanatçı kadının bulunduğu bir sergiydi. Resimde anlatılmak istenen şeyin kadınla ilgili olmasına gerek yok. Zaten biz orada kadınları yaptıkları işlerle kutluyoruz.

Her şeye sıfırdan başlayabilecek olsaydınız yine aynı mesleği seçer miydiniz? Cevabınız evetse neden? Hayırsa ne yapmak isterdiniz ve neden?

Bu soru en acı soru bence. Çünkü, pandemi süreci o kadar hapsetti ki eve. Bir süre sonra kendini sorgulamaya başlıyorsun. Aslında çok zor bir meslek seçmişim diyorsun. Çocukken bunu düşünmüyorsun. Çünkü, çocukken sana öğretilmiş şeyler var. Benim annem şöyle derdi: “Ne yaparsan yap eğer çok çalışır ve işini çok iyi yaparsan hep para kazanırsın.”  Hala da öyle diyor. Ama benim kafamda öyle olmamaya başladı sanki. Bu ülkede zaten meslek olarak seçilmeyen bir alanla uğraşırken üstüne ben güzeli değil çirkini işliyorum. Daha da zorlaştırıyorum işimi. Hem resim yapıyorum hem plastik sanatlarla uğraşıyorum. Üstüne mesaj vermeye çalışıyorum kendimce. Niye bunu yapıyorum?  Ama bu içten gelen bir şey. Böyle olması gerekiyor. Seçebileceğim çok fazla iş olanağı vardı. Annem ve kardeşlerim müzisyen. Uzun bir süre piyano çaldım. Bir süre de voleybol oynadım. Voleybol oynarken sanki mesleğim bu olacakmış gibi düşünüyordum. Çok ilerlemiştim. Ama piyanoda hiç öyle düşünmedim. Çünkü piyanoya karşı bir zaafım yoktu. Daha hareketli şeyler seviyordum. Ama resim hiç öyle bunu yapayım şunu yapayım gibi bir şey değildi. Resim hep vardı hayatımda. Böyle olması gerekiyormuş diye düşünüyorum. O yüzden cevabım evet. Seçecek olsam tekrar sanatçı olmayı veya plastik sanatlarla uğraşmayı seçerdim.