Günün Portresi: Hayata gülerek bakmak: Evrim Alataş
Yaşamı boyunca Kürt halkının yaşadığı sorunları anlatma gayretinde olan Evrim Alataş, mücadeleyi de yaşamının hiçbir anından eksik etmeyerek, her daim devletin baskı politikalarına başkaldırdı.
15 Nisan 1976 tarihinde Malatya ilinin Akçadaağa ilçesine bağlı Gölpınar köyünde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu köyünde bitirdi ve daha sonra okumaya İstanbul’da devam etti. Evrim Alataş, kendisini “Kürt, kadın, kızılbaş” olarak tanımlarken, Alevi-Kürt kimlikli ve sol-sosyalist eğilimli bir ailede büyüdü. İnsan olmanın gereklerinden biri olan dayanışmayı yaşam biçimine çevirdi. Alevi kültürü ile diyalektik materyalizm ekseninde dünyayı yorumlama gayesiyle hareket eden sol hareket içerisinde büyüdü. Zorunlu göçlerin ‘sıradanlaştığı’ bir halkın çocuğu olarak hayatı erken yaşlarda kavradı. Ülkede Alevi yurttaşlara uygulanan dışlanmayı da erken yaşlarda öğrendi. Örgütlü yaşamı en yakınından, dayısından tanıyan Evrim Alataş, her Cuma yaşadıkları ev baskınlarıyla, “aidiyet” duygusunun insan üzerindeki etkilerini yine erken yaşlarda kavradı.
Devletin baskı politikalarıyla mücadele etti
Evrim Alataş, politik tavrı olan bir ailede büyüdü. İstanbul’da ilk yerleştikleri yer olan Şirinevler’de bir kot atölyesinde işçi olarak çalışan Evrim Alataş, iki aylık bu başarısız serüvenin ardından işten ayrıldı. Bu sırada lise eğitimine başlayan Evrim Alataş, Kürt kimliği bilincini yaşadığı çevrenin de etkisiyle pekiştirdi. Faili meçhullerin, köy boşaltmaların olduğu bu dönemde, şehirlerde oluşan “ötekilerin varoşları” o dönemin politik tavrına sahip gençliğinde başka türlü bir arayış yarattı. Evrim Alataş bu noktada sosyalist mücadele ile tanıştı. 1992 yılında Şırnak’ta yaşanan katliama ilişkin Türk ve Kürt kadınlarının Sultanahmet Meydanı’nda yaptığı basın açıklamasına ablası Mukaddes’le katılan Evrim Alataş, gözaltına alındı. Devletin baskı politikasıyla mücadele etmeye çocuk yaşta başlayan Evrim Alataş’ın hayatının bir diğer dönüm noktası da bu basın açıklaması oldu. Bir ay tutuklu kalan ablasının ardından kendisine de ceza verildi.
Gazetecilik faaliyetleri
Gazeteciliğe 1995 yılında ağabeyi tarafından çıkarılan Newroz Dergisi’nde adım atan Evrim Alataş, derginin kapanmasının ardından Özgür Gündem Gazetesi geleneğinden gelen gazetelerde görülmeyeni görülür kılma çabasını sürdürdü. Yeni Politika, Demokrasi, Özgür Bakış ve Ülkede Özgür Gündem gibi gazetelerde gazetecilik ve editörlük yaptı. Evrensel, Bir gün ve Özgür Politikada köşe yazarlığı yaptı. Ayrıca Esmer, Birikim, Amargi ve Tiroj dergilerinde yazıları yayınlandı.
Yazılarında Kürdistan’da yaşanan savaşa dikkati çekti
Mayoz Bölünme Hikayeleri adlı kitabı 2003 yılında Aram Yayınları tarafından yayımlandı. Yazdığı ve katkıda bulunduğu kitaplarında Kürt coğrafyasında yaşanan çatışmalı dönemin traji-komik öykülerini derledi. Sinema yönetmeni Miraz Bezar'la birlikte, Diyarbakır üzerinden Kürt dünyasını ve savaş mağduru çocukları konu edinen bir hikâye yazdı. “Min Dît” (Ben Gördüm) adıyla uzun metrajlı çekilen filmin galası 2009 baharında Diyarbakır’da yapıldı. 46. Altın Portakal Film Festivali'ne katılan film, Behlül Dal En iyi Öykü Ödülü'ne layık görüldü. Evrim Alataş’ın “Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer” adıyla kaleme aldığı çalışması 2009 yılının Ağustos ayında İletişim Yayınları'ndan çıktı. Evrim Alataş, 12 Nisan 2010 tarihinde uzun süre mücadele ettiği kanser hastalığına yenilerek Diyarbakır’da bulunan evinde yaşama veda etti. Evrim Alataş’ın cenazesi, vasiyeti üzerine doğduğu köy Gölpınar’da toprağa verildi.
Hak ihlallerinin, Olağanüstü Hal’in (OHAL), zulmün mizahi olur mu? diye sorulduğunda Evrim Alataş, “olur” diye yanıtlıyor öyküleriyle. Onbir bölümden oluşan kitabında Evrim Alataş’ın deyimiyle, “Herkes kendisinden bir şeyler buluyor.”
Kitabın önsüzü Evrim Alataş’ın kaleminden ve Evrimce şöyle;
“Bizim köyde, yaşı epeyce ilerlediği halde saçı ağarmayana, dişi dökülmeyene, “Nebi bilem arsız işte” derlerdi. “Arsız” sıfatı yüklenen herkesi önce bir incelemeye alırdım. Kavramı tam olarak anlamadığımdan ve incelemeye aldığım kişi ve kişilerin de aslında senin benim gibi “normal” insanlar olmasından, bu kavram beynimde ayrı bir yere oturdu. Hani sözlük anlamına bakmasam, “iyi bir şey” olarak da devam edecekti kafamda. Baktım, iyi değilmiş. Bence yine de iyi bir şey. Genç kalmak değil, yaşama her daim sırıtma iyi bir şey. Evet, sırıtmak diyorum. Çünkü tebessüm kavramında nedense bir hüzün buluyorum. Sırıtmak... evet evet, en iyisi bu.
Gelelim bu hikayelere... Nereden mi çıktı bunlar, ya da neden mi bir araya geldi? Sene 1994. Diyarbakır’ın havasının “sıcak ve yakıcı” olduğu dönemler. Yani iklim öyle böyle değil. Bende daha çözemedim. Acar muhabirlik falan allah getire. Bildiğiniz çömez... Öylece Diyarbakır’a gittim. “Gitmez olaydım” desem ayıp olur açıkçası. Neyse yargılamayayım kendimi ama pek bir farklı buldum ortamı. Teksas gibiydi. Hal böyle olunca ben de Şerif’in uzun etekli, ince belli kızı rolünde olacak değildim ya! Ne oldu anlamadım bir gece kapı çalındı ve kaç kişi olduklarını bilmediğim iri iri adamlar girdi içeriye. Kafama inen esaslı bir yumrukla aynı anda, “Kürdistan’a hoş geldiniz!” cümlesini duydum.
Çizgi film gibiydi her şey. Kafamın etrafında yıldızların döndüğünü hissettim. Velhasıl-ı kelam bu “Hoşgeldin” sefasını bizi Emniyet Müdürlüğünde konuk ederek sürdürdüler. “Noluyo lan, ne vuruyonuz” diyecek halimiz yok. Bir hararet, bir hareket ki sormayın, almış başını gidiyor. Harekete mani olunmaz ya, biz de olmadık. Neyse ağırlanmanın ardından DGM’ye götürüldük. Biri bebek olmak üzere dört kişiydik, üçümüz serbest bırakıldık, bir kişi de tutuklandı. Kişi diyorsam yanlış anlamayın, onlar bir çekirdek aileydi, ben de konukları. Tabi o DGM koridorunda bekleyince insan, ne olup bittiğini anlamadan, tutuklanmak istemiyle üst mahkemeye sevk edildiğinde, nevri dönüyor.
Tipik durumlar vardır, gözaltına alınanlar bilir. İnsan aptallaşır. Öyle sorular sorarlar ki, annenizi bile nereden tanıdığınızı karıştırır, kendinizce mantıklı ve masum izahlar yapmaya çalışırsınız. Yani tanıştığınız ortam mümkünse bir bar, cafe, düğün falan olmalıdır. Siyasetten uzak. Neyse söylemesi ayıp ben de öyle aptal aptal bekledim. Savcı benim çok küçük olduğumu hatta kendisinin oğluyla yaşıt olduğumu, bu nedenle acıdığını ve serbest bıraktığını söyledi. Ben yıllarca niyeyse savcıya şükrettim, beni kurtardı diye.
Ardından bir iddianame ki ne iddianame. Meğerse tutuklanan kişi falanca örgütün Diyarbakır sorumlusuymuş, ben de Diyarbakır’da dağınıklığı, vurdumduymazlığı toparlamak üzere örgüt tarafından görevlendirilmiş sorumluymuşum. Şerif’in ta kendisiymişim meğerse. Vay vay ki ne vay vay! Güldüm tabii, ne yapayım! Sonra duruşma günü geldi çattı, beraat ettik. İşte bu hikayelerin ilgimi cezbetmesinin tarihsel kökeni buraya dayanıyor. Yani avcılık ve toplayıcılık günlerine... Ondan sonra açılan tüm davalara kuşkuyla baktım. “Dedektiflik yaptım”, falan demiyorum, yanlış anlamayın. Sadece ilgimi çekti ve toparladım. Yani, hayat acımasızsa ya da hayatın kendisi okuyacağınız öykülerdeki gibi bir mizah halini almışsa, yapılacak tek şey bunları birleştirip, sadece mizah tarihini değil insanın tarihine bir belge düşürmek olur. Bunu yapmaya çalıştım.
Yıllarca kaybettiklerimizin dökümlerini yaptık hep. Acı, bizden başlayıp bize dökülen bir dere oldu. Yüreğimiz ve beynimiz bir “Korkunç anılar deposu”na dönüştü. Oysa biraz da gülerek bakmak gerekir hayata. Güldüğümüz kendimiz bile olsa. Yani “âlem buysa kral biziz” demek lazım bazen. Kitap derlemelerden oluştuğu için öncelikle Özgür Gündem gazetesinin arşivinden yararlandım. Tümünü incelemeye gücüm yetmedi açıkçası. Ama emeği geçenler çok. Emeği geçenleri sıralamaya kalksak kamu erkanını, yargı kurumlarını falan anmak gerekir. Buna da güç yetmez. Korucuların, askerlerin, polislerin, köylülerin, savcıların, hakimlerin, okul müdürlerinin, hademelerin çok emeği var bu kitapta. Öncelikle onlara teşekkürü bir borç bilirim. Bir de tabi doğaçlama sohbetler esnasında benim niyetimi öğrendikten sonra, “meseleler” anlatanlar var. Avukatlar mesela... velhasıl-ı kelam, okuyacağınız hikayelerde bir akrabanızı, kendinizi, komşunuzu, tanıdığınızı bulabilirsiniz. Arada mübalaa etmiş ya da atlamış olabiliriz. Elçiye zeval olmaz. Küfretmeyin başka ihsan istemez.”