Günün Kitabı: Evrim Alataş/Mayoz Bölünme Hikâyeleri

Zulmün duyulabilmesi, duyurulur kılınabilmesi gereken zamanların, en iyi duyurucularından gazeteci, yazar Evrim Alataş, Mayoz Bölünme Hikâyeleri kitabında bunu en ustaca yapanlardan. 15 Nisan 1976’da Malatya'nın Akçadağ ilçesine bağlı Gölpınar köyünde dünyaya gelen Alataş, kendisini “Kürt, kadın, kızılbaş” olarak tanımlarken Alevi-Kürt kimlikli ve sol-sosyalist eğilimli bir ailede büyüdü. Gazeteciliğe 1995 yılında ağabeyi tarafından çıkarılan Newroz Dergisi’nde adım atan Alataş, derginin kapanmasının ardından Özgür Gündem Gazetesi geleneğinden gelen gazetelerde görülmeyeni görülür kılma çabasını sürdürdü.

Halkının, kadınların, ve ezilenlerin yaşadığı tüm sorunlarla yakından ilgilenen Alataş, çok sayıda gazete, dergide muhabirlik, editörlük yaptı.

"Mayoz Bölünme Hikayeleri"  Evrim Alataş’ın ilk kitabıdır ve 2003 yılında Aram Yayınları tarafından yayımlanmıştır. "Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer" adlı romanı ise 2009 yılında İletişim Yayınları imzasıyla çıkmıştır. Diyarbakır’dan yola çıkarak savaş mağduru çocukları konu edinen “Min Dît” (Gördüm) hikayesi sinemaya uyarlanmıştır. Alataş, 12 Nisan 2010 tarihinde uzun süre mücadele ettiği kanser hastalığına yenilerek, 1994 yılında ilk kez adımını attığı Amed’de gözlerini dünyaya kapatmıştır.

Hak ihlallerinin, Olağanüstü Hal’in (OHAL), zulmün mizahi olur mu? Diye sorulduğunda Evrim Alataş, “olur” diye yanıtlıyor öyküleriyle. Onbir bölümden oluşan kitabında Evrim’in deyimiyle, “Herkes kendisinden birşeyler buluyor.”

Kitabın önsüzü Evrim Alataş’ın kaleminden ve Evrimce şöyle;

“Bizim köyde, yaşı epeyce ilerlediği halde saçı ağarmayana, dişi dökülmeyene, “Nebi bilem arsız işte” derlerdi. “Arsız” sıfatı yüklenen herkesi önce bir incelemeye alırdım. Kavramı tam olarak anlamadğımdan ve incelemeye aldığım kişi ve kişilerin de aslında senin benim gibi “normal” insanlar olmasından, bu kavram beynimde ayrı bir yere oturdu. Hani sözlük anlamına bakmasam, “iyi bir şey” olarak da devam edecekti kafamda. Baktım, iyi değilmiş. Bence yine de iyi bir şey. Genç kalmak değil, yaşama her daim sırıtma iyi bir şey. Evet, sırıtmak diyorum. Çünkü tebessüm kavramınad da nedense bir hüzün buluyorum. Sırıtmak... evet evet, en iyisi bu.

Gelelim bu hikayelere... Nereden mi çıktı bunlar, ya da neden mi bir araya geldi? Sene 1994. Diyarbakır’ın havasının “sıcak ve yakıcı” olduğu dönemler. Yani iklim öyle böyle değil. Bende daha çözemedim. Acar muhabirlik falan allah getire. Bildiğiniz çömez... Öyelece Diyarbakır’a gittim. “Gitmez olaydım” desem ayıp olur açıkçası. Neyse yargılamayayım kendimi ama pek bir farklı buldum ortamı. Teksas gibiydi. Hal böyle olunca ben de Şerif’in uzun etekli, ince belli kızı rolünde olacak değildim ya! Ne oldu anlamadım bir gece kapı çalındı ve kaç kişi olduklarını bilmediğim iri iri adamlar girdi içeriye. Kafama inen esaslı bir yumrukla aynı anda, “Kürdistan’a hoş geldiniz!” cümlesini duydum. Çizgi film gibiydi herşey. Kafamın etrafında yıldızların döndüğünü hissettim. Velhasıl-ı kelam bu “Hoşgeldin” sefasını bizi Emniyet Müdürlüğünde konuk ederek sürdürdüler. “Noluyo lan, ne vuruyonuz” diyecek halimiz yok. Bir hararet, bir hareket ki sormayın, almış başını gidiyor. Harekete mani olunmaz ya, biz de olmadık. Neyse ağırlanmanın ardından DGM’ye götürüldük. Biri bebek olmak üzere dört kişildik, üçümüz serbest bırakıldık, bir kişi de tutuklandı. Kişi diyorsam yanlış anlamayın, onlar bir çekirdek aileydi, ben de konukları. Tabi o DGM koridorunda bekleyince insan, ne olup bittiğini anlamadan, tutuklanmak istemiyle üst mahkemeye sevk edildiğinde, nevri dönüyor. Tipik durumlar vardır, gözaltına alınanlar bilir. İnsan aptallaşır. Öyle sorular sorarlar ki, annenizi bile nereden tanıdığınızı karıştırır, kendinizce mantıklı ve masum izahlar yapmaya çalışırsınız. Yani tanıştığınız ortam mümkünse bir bar, cafe, düğün falan olmalıdır. Siyasetten uzak. Neyse söylemesi ayıp ben de öyle aptal aptal bekledim. Savcı benim çok küçük olduğumu hatta kendisinin oğluyla yaşıt olduğumu, bu nedenle acıdığını ve serbest bıraktığını söyledi. Ben yıllarca niyeyse savcıya şükerttim, beni kurtardı diye. Ardından bir iddianame ki ne iddianeme. Meğerse tutuklanan kişi falanca örgütün Diyarbakır sorumlusuymuş, ben de Diyarbakır’da dağınıklığı, vurdumduymazlığı toparlamak üzere örgüt tarafından görevlendirilmiş sorumluymuşum. Şerif’in ta kendisiymişim meğerse. Vay vay ki ne vay vay! Güldüm tabii, ne yapayım! Sonra duruşma günü geldi çattı, beraat ettik. İşte bu hikayelerin ilgimi cezbetmesinin tarihsel kökeni buraya dayanıyor. Yani avcılık ve toplayıcılık günlerine... Ondan sonra açılan tüm davalara kuşkuyla baktım. “Dedektiflik yaptım”, falan demiyorum,  yanlış anlamayın. Sadece ilgimi çekti ve toparladım. Yani, hayat acımasızsa ya da hayatın kendisi okuyacağınız öykülerdeki gibi bir mizah halini almışsa, yapılacak tek şey bunları birleştirip, sadece mizah tarihini değil insanın tarihine bir belge düşürmek olur. Bunu yapmaya çalıştım.

Yıllarca kaybettiklerimizin dökümlerini yaptık hep. Acı, bizden başlayıp bize dökülen bir dere oldu. Yüreğimiz ve beynimiz bir “Korkunç anılar deposu”na dönüştü. Oysa biraz da gülerek bakmak gerekir hayata. Güldüğmüz kendimiz bile olsa. Yani “âlem buysa kral biziz” demek lazım bazen. Kitap derlemelerden oluştuğu için öncelikle Özgür Gündem gazetesinin arşivinden yararlandım. Tümünü incelemeye gücüm yetmedi açıkçası. Ama emeği geçenler çok. Emeği geçenleri sıralamaya kalksak kamu erkanını, yargı kurumlarını falan anmak gerekir. Buna da güç yetmez. Korucuların, askerlerin, polislerin, köylülerin, savcıların, hakimelrin, okul müdürlerinin, hademelerin çok emeği var bu kitapta. Öncelikle onlara teşekkürü bir borç bilirim. Bir de tabi doğaçlama sohbetler esnasında benim niyetimi öğrendikten sonra, “meseleler” anlatanlar var. Avukatlar mesela... velhasıl-ı kelam, okuyacağınız hikayelerde bir akrabanızı, kendinizi, komşunuzu, tanıdığınızı bulabilirsiniz. Arada mübalaa etmiş ya da atlamış olabiliriz. Elçiye zeval olmaz. Küfretmeyin başka ihsan istemez.”