PKK’nin çekilme kararı: Şiddette inat edenlerin bütün silahlarını elinden alan bir hamle

Sevilay Çelenk, PKK’nin Türkiye sınırından çekilme kararını “barış ve çözüm yönünde adım atmaya zorlayan, Kürt sorununu şiddetle çözme ısrarındaki çevrelerin tüm argümanlarını boşa çıkaran ön açıcı bir hamle” olarak değerlendirdi.

ARJÎN DİLEK ÖNCEL

Amed- Kürt sorununun çözümüne dair devam eden “Barış ve Demokratik Toplum Süreci” kapsamında tarihi bir adım daha atıldı. 26 Ekim’de Kürt Özgürlük Hareketi yönetimi, 5-7 Mayıs tarihlerinde gerçekleşen PKK 12'nci Kongresi’nde alınan kararlar kapsamında HPG ve YJA-Star gerillalarının “Medya Savunma Alanları”na çekilmeye başladığını duyurdu.

Bu adım MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024 tarihinde Meclis’te DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ve partililerin elini sıkması sonrasında Türkiye’de başlayan sürecin, PKK’nin silahları yakma töreninden sonra ikinci büyük gelişmesi oldu.

Qendîl’de yapılan açıklamaya farklı bölgelerden geri çekilen 8’i kadın 25 gerilla katıldı.

Açıklamada, “Barış ve Demokratik Toplum Süreci’ni ikinci bir aşamaya taşıyabilmek amacıyla ön açıcı yeni pratik adımlar atmaya çalışmaktadır. 12. Kongre kararları temelinde planladığı Türkiye sınırları içinde çatışma riski oluşturan ve olası provokasyonlara açık olan Türkiye’deki tüm güçlerimizi Medya Savunma Alanlarına geri çekme işlemini Önder Abdullah Öcalan’ın da onayı temelinde gerçekleştirmekteyiz” denildi.

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Amed Milletvekili Sevilay Çelenk, sürecin geldiği aşamaya ilişkin sorularımızı yanıtladı.

‘Ön açıcı bir hamle oldu’

Sürecin tıkanmaya girdiği bir noktasında atılan bu adımı değerlendiren Sevilay Çelenk, “Kesinlikle barış ve çözüm doğrultusunda bir adım atmaya zorlayan, Kürt sorununu imha ve ‘terörle mücadele’ adı altındaki şiddet süreçleriyle ele almakta inat edenlerin ‘bütün silahlarını elinden alan’ ön açıcı bir hamle olduğunu düşünüyorum. Devlet Bahçeli’nin tam bir yıl evvel grup toplantısında, ‘Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun’ demesinin ve bunu takiben örgütü lağvetmesi halinde Abdullah Öcalan’ın ‘Umut Hakkı’ çerçevesindeki yasal düzenlemeden yararlanabileceğini ifade etmesinin ardından, tarihsel önemde birçok gelişme yaşandı. Bahçeli’nin bu sözleriyle ve hatta öncesinde TBMM’de DEM Parti sıralarına giderek el sıkışması ile başladığı kabul gören süreçte, o günden bugüne birçok somut adım atıldı. Örgüt kendini feshetti, simgesel bir törenle silahlar imha edildi ve son olarak PKK, güçlerini 26 Ekim’de Türkiye’den çekti. Tecridin kısmi olarak kaldırılmasını takiben Abdullah Öcalan’ın ‘27 Şubat Barış ve Demokratik Toplum’ çağrısı ile hiçbir koşul öne sürmeksizin başlatılan bu ‘şiddetsizlik’ ve geri çekilme süreci, barış ve çözüm talebini 1990’lardan bu yana kesintisiz ifade etmiş olan Abdullah Öcalan’ın ve Kürt siyasi hareketinin ısrar ve tutarlığını da görünür hale getirdi” dedi.

‘Barış talebi farklı kesimlerce görüldü’

Geçtiğimiz günlerde Fatih Altaylı’nın Abdullah Öcalan’la 1997’de Lübnan’da Barelias’ta yaptığı röportajın video kaydı yayınlandı. Abdullah Öcalan’ın ifadelerine dikkat çeken Sevilay Çelenk, “Barış ve eşit yurttaşlık temelinde bir arada yaşamaya dair talebin otuz yıllık sürekliliğinin ve samimiyetinin farklı kesimlerce görülebilmesini sağladı diye düşünüyorum” diye belirtti.

Kürt hareketinden önemli adımlar atılırken, iktidar ve devlet kanadından henüz somut adımların atılmaması beraberinde bir tıkanmaya neden oldu.

‘İktidar tıkanmışlık duygusunu canlı tutuyor’

Sevilay Çelenk, “Tıkanma nasıl aşılır?” sorusunu şöyle yanıtladı:

“Sürecin tıkanması olarak ifade ettiğiniz durum sanırım bu tarihsel adımlara denk düşen bu adımların önemini kavrayan ve buna uygun bir dil geliştirerek süreci ilerleten adımların iktidar cephesinde atılmıyor olmasıyla ilişkili. Bir yandan ilk kez TBMM çatısı altında bir komisyon kurulması ve bir parti hariç bütün partilerin orada yer alarak bu barış sürecine katkı sunma çabası, komisyonda yapılan dinlemeler gibi önemli gelişmeler var. TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un komisyon üyeleriyle birlikte Diyarbakır’a gitmesi orada yaptığı konuşma gibi aslında oldukça önemli adımlar da atılıyor. Fakat AKP iktidarının bütün bunları kendi seçmen tabanına ‘Terörsüz Türkiye’ söylemi ile taşıması, barış ve eşit yurttaşlık vurgusunun neredeyse hiç olmaması, bir yandan da DEM Parti de dahil olmak üzere, muhalefet üzerindeki baskıyı her gün daha da ağırlaştırması bu tıkanmışlık duygusunu da hep canlı tutuyor. İktidar, siyaset alanında kayyımlar eliyle sürdürdüğü irade gaspını medyada yaygınlaştırıyor.

‘Otoriterleşme barış önünde bir tıkaç’

Yargı, medya, siyaset alanındaki tümden ‘hukuk dışılaşmış’ müdahalelerle bu sürecin bir yere varamayacağı gibi bir kanaati de mütemadiyen besliyor.  Merdan Yanardağ’ın tutuklanması, Tele 1’e kayyım atanması, Yanardağ’a casusluk suçlamasının yöneltilmesi ve aynı absürd iddianın Ekrem İmamoğlu için de yeni bir davaya gerekçe oluşturması sonucunda, AKP’nin otoriterleşmede daha ne kadar ileri gideceği, yurt içinde de uluslararası alanda da kaygı ile izlenen bir durum halini alıyor. Bu otoriterleşmenin barış önünde bir tıkaç olduğu inkâr edilemez elbette. Buna rağmen en baştaki soruya dönersek, PKK’nin Türkiye’den çekilme kararı bu tıkanmayı açmaya dönük önemli bir adım. AKP’nin ‘terör’ü işaret ederek siyaset alanını daraltma sürecinin sonuna gelindi. ‘Terörsüz Türkiye’ söyleminin sahipleri, siyaset alanını ‘terörize’ etmekten vazgeçmelidir diye düşünüyorum. Barış isteniyorsa ‘barış’ sözcüğü tabu olmaktan çıkmalı ve buna uygun söylem ve uygulamalar benimsenmelidir.”

Savunmaya ayrılan bütçe

Meclis Plan Bütçe Komisyonu’nda 2025 yılı bütçesi bir önceki yıl gibi savunma harcamaları için 913.9 milyar lira ve iç güvenlik için 694.5 milyar ayrıldı. Savaş bütçesinin yüzde 165 artığı belirtiliyor.

Sevilay Çelenk, “Bu rakamlara baktığımızda, süreç ile birlikte barış Türkiye toplumunu nasıl etkileyecek?” sorusuna şöyle yanıt verdi:

“Güvenlik harcamalarının ve savunmaya ayrılan bütçenin dünyanın her yerinde ulusal ekonomileri zorladığı, dünya yurttaşlarının sadece refahından ve mutluluğundan değil, özgürlüğünden ve eşitliğinden çaldığı bir gerçek. Örneğin bu yıl 25 Haziran’da sona eren NATO zirvesinde, NATO liderlerinin, 2035 yılına kadar savunma harcamalarını ülkelerinin toplam ekonomik üretiminin yüzde 5'ine çıkarma konusunda anlaşmış olduklarını biliyoruz. Bu taahhüt karşısında İspanya ve Belçika gibi ülkeler kaygılarını ve bu hedefe ulaşmanın güç olacağını dile getirirken, Türkiye bu kararı desteklemişti. Savunma harcamalarının artırılması hedefinin arkasında büyük silah ve savaş teknolojisi şirketlerinin payı göz ardı edilemez. Bu hedefin arkasında olanların aslında ‘şiddetsiz’ bir dünyaya izin vermeye gönüllü olamayacağını tahmin etmek için de kâhin olmaya gerek yok. Yani barış gerçekten kolay değil, çünkü uluslararası alanda devlet ya da devlet dışı birçok aktör çıkarlarını savaşların sürdüğü bir dünyaya bağlamış durumda. Bu çok tehditkar. Ancak bir yandan da bunun hep böyle sürüp gidemeyeceğine, gitmemesi gerektiğine inananlar ve bunun için mücadele edenler var. Bu mücadeleler de bir birikim oluşturuyor ve bu birikime güvenen, buna sahip çıkan milyonlar var. Türkiye savunmaya en çok bütçe payı ayıran ülkeler arasında 17. sırada. Bu durumun kendisi hayat kanallarımızda gerçek bir tıkanıklık yaratıyor. Bu savunma harcamalarını düşünürken, Türkiye’de silah imalatı ve savunma alanındaki en güçlü şirketler arasında ilk 5’te hangilerinin olduğu bu şirketlerin iktidar ile ilişkisi, yakınlığı da düşünülmelidir. Bu gidişat güçlü yurttaşlığa yer bırakmıyor, alan açmıyor. Fakat özgür, eşit ve mutlu yurttaşlıkları sadece ırkçı ve milliyetçi iktidar odakları engellemiyor. Bunlara ‘çıkarcı’ları eklemek lazım. Diğer bir deyişle, çıkarcılığın da çoğu kez karşımıza ‘Milliyetçilik’ kisvesi ile çıktığını da gözden kaçırmamamız lazım.”

‘Sadece barış istemekle yetinmediler, devlet şiddetini ifşa ettiler’

Sevilay Çelenk, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” diyerek Barış bildirisine imza attığı için ihraç edilen akademisyenlerden. Yıllardır süren barış mücadelesine işaret eden Sevilay Çelenk, “Aslında meseleyi sadece ‘barış’ istediği için bedel ödemek zorunda kalmak şeklinde ifade edersek, konunun derinliğini ve ilişkiselliğini biraz gözden kaçırıyor olabiliriz. Barış için akademisyenler ‘Bu suça ortak olmayacağız!’ derken bir yönüyle genel ve sürekli bir barış talebine ses vermekle yetinmiyordu. Sokağa çıkma yasakları dönemindeki sivil ölümlere ve katliama dikkat çekiyor, belirli bir tarihsel konjonktürde belirli bir şiddetin derhal son bulması akut talebini daha geniş bir barış talebinin içinden dile getiriyorlardı” şeklinde konuştu.

“Ancak onlar sadece ‘Barış istiyoruz’ demekle yetinmeyerek, şiddetin belirli bir biçimini, devlet şiddetini ifşa ettiler. Bu yüzden tepki çok ağır oldu” diyen Sevilay Çelenk, şöyle dedi:

“Barış akademisyenleri içinde çok sayıda kadın var. Evet, ağır mağduriyetler üretildi. Akademisyenlerin yaşam ve çalışma alanları bir gecede ellerinden alındı. Ama bu sonuca kadın erkek birlikte maruz kaldık.

‘Kadınlar şiddetin en ağır mağduru oldu’

Tarih boyunca kadınlar, savaşın ve silahlı çatışmanın faili olmaktan ziyade, bu şiddetin en ağır mağduru olmuştur. Dolayısıyla şiddet ve savaş karşıtlığı, kadının ‘doğasından’ değil, tarih boyunca maruz kaldığı yapısal şiddet biçimlerinden, yerinden edilme, cinsel şiddet ve kayıp gibi deneyimlerden kaynaklanmaktadır. Böyle bir tarihsel hafıza, kadınların şiddetsizliği ve barışı yalnızca bir etik duruş olarak değil, aynı zamanda hayatta kalma stratejisi olarak içselleştirmesini ve savunmasını getirir.”

Kadınların, kuşaktan kuşağa aktardıkları bu tarihsel deneyim aracılığıyla barışın, adaletin ve dayanışmanın savunucusu hâline geldiklerini ifade eden Sevilay Çelenk, “Bu nedenle feminist entelektüellerin, kadın hakları savunucularının ve aktivistlerin barış fikrine özel bir vurgu yapması ve barışı sahiplenmesi tesadüf değildir. Bu yönelim, kadınların tarihsel olarak şiddetin nesnesi hâline getirilmesinin bilincinden beslenir. Modern ulus-devletlerin ‘vatan koruma’ ideolojisiyle ‘kadın bedeni koruma’ söylemini birbirine eklemlemesi, adeta kadının hem sembolik hem de biyopolitik düzlemde ‘savaş alanına dâhil edilmesi’ sonucunu getirmiştir. Bu durum, saldırı anında hem ülkenin hem de kadın bedeninin ‘savunulması gereken bir bütünlük’ olarak temsil edilmesine, dolayısıyla ikisinin birden eşzamanlı biçimde saldırıya açık hâle gelmesine neden olur” dedi.

‘Kadınların barışı sahiplenmesi, yalnızca politik bir tercih değil’

Farkındalığın kadınların savaş karşıtlığını güçlendirdiğini belirten Sevilay Çelenk, “Feminist barış söyleminin merkezine ‘direniş’, ‘yaşamı koruma’, ‘özsavunma’ ve ‘kolektif dayanışma’ ilkelerini yerleştirir. Dolayısıyla kadınların barışı sahiplenmesi, yalnızca politik bir tercih değil, tarihsel bir bilginin, travmanın ve direnişin sürekliliğidir. Feminist yazar ve düşünürler bu çerçevede, uluslararası politikanın militarist yapısının kadın bedeni üzerinden nasıl üretildiğini (Cynthia Enloe), ‘Barış etiğini’ ve bunun kadınların bakım emeği ile ilişkisini (Sara Ruddick), yası tutulabilir hayatları ve savaşın cinsiyetlendirilmiş temsilini (Judith Butler), feminist dayanışmanın feminist barış ve adalet düşüncesiyle ilişkisini (bell hooks) ve entelektüel bir miras olarak kadınların savaş karşıtlığını (Virginia Woolf) tartışan önemli bir külliyat yaratmıştır” diye belirtti.

Anaakım medyanın rolü

Süreç devam ederken medyanın dilini de değerlendiren Sevilay Çelenk, anaakım medyanın özel bir çaba sarf edilmemişse kendiliğinden hiçbir zaman barıştan yana olmadığını söyledi.

Türkiye’de AKP iktidarının anaakım medyayı tümden partizanlaştırıp, yandaşlaştırmasından da önce, Kürt sorunu söz konusu olduğunda “barış” dilinin yaygın medyanın dili olmadığını vurgulayan Sevilay Çelenk,

“Türkiye’de 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren alternatif medya, ötekilerin medyası ya da bağımsız medya olarak anılan mecralar güçlendikçe, ‘Barış dili, Barış Haberciliği ve Barışın Toplumsallaşması’ gibi konular bu medyanın kendini yetiştirme sürecinin, eğitimlerinin bir içeriğini oluşturmaya başladı. Tabii bunca çaba neden medyada genel bir dönüşüm sağlayamadı, bunu da düşünmek gerekir. Neredeyse bu evrensel çaba bile kompartmanlaşmış medya dünyasında özel kompartmanlara sıkıştı. Kendi yankı odalarımızdaki bir ses gibi. Bunun ayrıca düşünülmesi gerek diye düşünüyorum” ifadelerini kullandı.

‘Barış dili toplumsallaşma ile olur’

Barışın toplumsallaşmasının barış diliyle ilişkili olduğunu belirten Sevilay Çelenk, “Barışın toplumsallaşması toplumun geniş kesimlerinin kendini barışın öznesi olarak görmesi, kendi iyilik halinin ‘barış’la mümkün olduğunu anlaması ve çıkarlarını barış içinde bir dünyada tanımlamasıdır. Bu içselleştirme kişiler, topluluklar, kurumlar bakımından ve hatta ulusal politikalar bakımından gerçekleştiği zaman, çok güçlü bir toplumsallaşmadan söz edilebilir. Ancak gerek gündelik hayatta gerek medyada ne önceki çözüm sürecinde ne de bugün bu dilin hakimiyetinden söz edemiyoruz. ‘Terörist’ diye diye barış için toplumsal destek bulabileceğini düşünmek büyük bir açmaz ve maalesef ne medya ne iktidar ve hatta kimi ‘muhalefet’ odakları bu açmazı aşmaya gönüllü değil” eleştirisinde bulundu.

Sevilay Çelenk, barış dilinin önemini vurgulayarak, şöyle devam etti: “ Bazı kanıksanmış ve güçten düşmüş yöntemlerin barış talebini yükseltenler tarafından da bir ölçüde dönüştürülmesi, bazılarının terk edilmesi gerekir. Örneğin TBMM’deki yeni çözüm süreci kapsamında oluşturulan komisyonda, sokağa çıkma yasakları döneminin şiddet, hak ihlalleri ve işkenceler komisyona davet edilen kadınlar tarafından gündeme getirildiğinde, bu ağır şiddet ve hak ihlallerini dinlemeye bir direnç oluştu ve bu direnç, ‘Bu barış dili’ değil, sözleriyle karşılanarak tepki gördü.

‘Çatışma çözümünün dilini de bu mikro ilişkilerden dönüştürmek gerekebilir’

Elbette ‘yüzleşme’ pratikleri barış süreçlerinin çok önemli bir parçasıdır. Bu şiddet ve zulüm vakalarının dile gelme imkanı bulması bile büyük mücadeleler sonucunda mümkün olmuştur. Yine de burada yorumlanmayı bekleyen bir tepki ve direnç söz konusu. Eğer mesele ‘barış’ ise tıpkı kişilerarası ilişkilerde önerilen türden ifade biçimleri anlamaya ve anlaşılmaya daha çok davet ediyor olabilir. Daha ikna edici olabilir. Nasıl kişisel terapilerde, ‘Bana bunu yaptın, bana şunu yaptın ya da benim hayatımı mahvettin’ diyerek konuşmanın sorunlu ilişkiyi onarmaya çok da katkı sunmadığı belirtiliyorsa, çatışma çözümünün dilini de bu mikro ilişkilerden esinlenerek dönüştürmek gerekebilir. Başka türlü ifade etmek, başka bir dilsel faza geçmek anlamak ve anlaşılmak ve dolayısıyla barış için daha büyük katkı sunabilir. Barış istiyorsak bildiğimiz her şeyi yeniden müzakere ve muhakeme sürecinden geçirmemiz de gerekebilir.”