Ali Haydar Kaytan: Bir adanmışlığın sessiz yankısı

“Ben, Kürt halkı özgürleşmeden özgür sayılmam” dediğinde, bu sadece bir duruş değil, yüreğini ortaya koyduğu bir bağlılıktı. Onun için Kürdistan, bir coğrafyadan fazlasıydı; bir hakikat alanıydı.

DİCLE AMED

Bazı insanlar vardır; bu dünyadan sessiz ama derin bir şiir gibi geçerler. Her adımları bir mısra olur, her sözleri bir hakikati fısıldar. Kalabalıkların arasında görünmeden yürürler; fakat dokundukları her yürek, onlardan bir iz taşır. Ali Haydar Kaytan yoldaş, işte bu nadir insanlardan biriydi.

Hayatı boyunca sıradanlığa direndi. Yüzeyde kalmayı reddetti; derinliği seçti. Sessizdi belki ama duruşu etkiliydi. Sadece yaşamadı; yaşarken inşa etti, anlam kattı, sevdirdi. Onun şahadeti bir son değil, tamamlanmış bir ömrün, adanmış bir yaşamın sessiz tanığı oldu.
Ali Haydar yoldaş, küçük hesapların uzağında, büyük amaçların insanıydı. Kendi çıkarlarını değil, halkların özgürlük mücadelesini rehber edindi. Dersim’in tarihsel acısını taşıdı; ama o acıya saplanmadı. O acıyı halklar için bir onura, bir direniş mirasına dönüştürdü.

“Ben, Kürt halkı özgürleşmeden özgür sayılmam” dediğinde, bu sadece bir duruş değil, yüreğini ortaya koyduğu bir bağlılıktı. Onun için Kürdistan, bir coğrafyadan fazlasıydı; bir hakikat alanıydı.

Kürt sorunu, onun gözünde yalnızca politik bir dosya değil, insanlığın vicdan sınavıydı. “Jenosit çocuğuyum” dediğinde, bir slogan atmıyordu; tarihsel bir yarayı, kolektif bir hafızayı dile getiriyordu. O, bu hafızanın taşıyıcısı, hakikatin iz sürücüsüydü. Önder Apo’yla kurduğu yoldaşlık, yalnızca siyasal bir ilişki değil; derin, bütünlüklü bir anlam ortaklığıydı. Bu bağ, düşünsel olduğu kadar ruhsal, ahlaki ve varoluşsal bir zemine dayanıyordu.

Heval Fuat, bu yolda yalnızca bir çizginin takipçisi değil, kendi içindeki insanı da büyüten bir yolcuydu. Bu yüzden geride bıraktığı iz, sadece politik değil, insani ve evrensel bir izdir.

Eğitim alanlarında halkın acılarını dile getirirken sesi titremedi. Çünkü o, acıyı dramatize etmektense, onu anlamaya ve anlatmaya önem verirdi. Ama bu sükûneti, yüreklerimizde derin sarsıntılar yarattı. Kürdistan’da toprağa düşen çocuklar için gözyaşı dökmedi belki, ama hepimizin içini kanattı.

O, duygularını haykırarak değil; yaşayarak, taşıyarak ifade edenlerdendi. Ali Haydar Kaytan’ın yaşamı bir görev değil, bir yemindi. Bu yemin yalnızca kendisine değil; hakikate, halka ve insanlığa adanmış bir sözdü.

Böyle insanlar göçtüğünde, yalnızca bir beden toprağa düşmez. Bir çağrı, bir iz, bir hatırlayış da toprağa karışır. Ve o hatırlayış, kuşaklar boyu yankı bulur. Ali Haydar Kaytan yoldaşın, mücadelesi, sadece bir halkın değil; insanlığın vicdanına yazılmıştır. O bir derviş gibi yaşadı. Sözleri vaaz değil, yaşamın ta kendisiydi. Öfkeye karşı sabır, umutsuzluğa karşı dirayet, inkâra karşı inat taşıdı. Her duruşunda bir ahlak, her adımında bir ilke vardı. Onun ardından geriye kalan bir eksiklik değil, anlamla dolu bir tamamlanma duygusudur.

Bazı insanlar hayatı eksiksiz yaşamazlar; ama eksiklikleriyle tamamlarlar. Ali Haydar Kaytan gibi insanlar, kusursuz değil, sahici yaşarlar. Bu yüzden onların ardından hissedilen acı, sadece kayıp değil; yankısı sonsuzluğa uzanan bir hakikattir. Onu tanıyan herkes bilir: Kalplerimize yalnızca bir insan değil, bir çağrı bıraktı. Artık onun adı, sadece bir yoldaşın değil; adanmışlığın, direnişin ve hakikatin adıdır.