2023’te Türkiye’de insan hakları: Hukuksuzluk kurumsallaştı

Türkiye tarihi insan hakları açısından siyah bir tabloya sahip. İnsan hakları ihlallerinin arttığı 2023 yılında, ihlaller işkenceye dönüşerek sistematikleşirken, hukuksuzluk da kurumsallaştı.

SERPİL SAVUMLU

Haber Merkezi- Türkiye her daim insan hakları ihlalleri ile anılan bir ülke oldu. Veriler hiçbir zaman ibrenin altında yer almadı. Toplumsal muhalefet güçlendikçe iktidarlar baskılarına bir yenisini daha ekledi. Ancak ülke yönetiminin değişimi ile hak ve özgürlüklerin kullanılması anlamında adeta yeni bir aşamaya geçildi. Tek adam rejiminin yıllar içinde kurumsallaşması daha ilk günden hak savunucularının dile getirdiği kaygıları tek tek somutlaştırdı. Kaygı uyandıran meselelerin en başında ise adalet ve hukuk yer aldı.

Türkiye uluslararası kurumların da mercek altına aldığı ülkelerden biri. Bu süreçte ciddi insan hakları ihlallerinin yanı sıra, yargısız infazlar, gözaltında işkence, muhalif siyasetçilerin hapsedilmeleri, hasta tutukluların tedavi edilmemesi, hakikat peşinde koşan ve yazan gazetecilerin yargılanmaları ve tutuklanmaları, cezaevlerinde sürdürülen tecrit politikasının sonuçları, İmralı Cezaevi’ne görüş engeli raporlarla kayıt altına alındı. Elbette bunların dışında ekonomik krizin derinleşmesiyle ortaya çıkan ağır yoksulluk, 6 Şubat’ta Mereş merkezli deprem ve sonrasında yaşananlar, kadın katliamları, korunmayan kadınlar ve daha nicesi Türkiye’nin insan hakları ihlalleri çetelesine not edildi.

İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri ile 10 Aralık İnsan Hakları Haftası’nda Türkiye’de yaşanan hak ihlallerinin geldiği boyutu konuştuk.

‘2023 yılı dikkat çekiciydi’

2023 yılını insan hakları ihlallerinin sıklıkla konuşulduğu yıllardan biri olarak tanımlayan Gülseren Yoleri ihlalleri sıralarken, “Sadece devlet şiddeti, cezaevlerinde olanlar, gözaltına alınanlar değil bu yıl bir deprem yaşandı ve ciddi bir ekonomik kriz söz konusu. 2023 yılı insan hakları bakımından özellikle deprem gerçeği bir kere daha bizi yüzleştirmesi yine ekonomik krizin derinleşmesi ve bu ekonomik krizle gelişen bütün bu kriz süreçlerinin hak ve özgürlüklere yansıması bakımından dikkat çekçiydi denilebilir” dedi.

‘Her alanda ciddi sorunlar var’

Türkiye tarihinin değerlendirildiğinde hak ihlallerinin çok yoğun olarak yaşandığı, temel haklara yönelik kısıtlamaların saldırıların, hak ihlallerinin hep söz konusu olduğunu dile getirdiklerini belirten Gülseren Yoleri, şöyle konuştu: 

“Bu yüzden de insan hakları savunucuları hep hak ihlallerini tanımlarlarken özellikle temel haklara yönelik ihlallerde sistematik bir politikanın uygulandığının altını çizer. Bunun sonucu olarak da aslında tüm zamanlarda bu haklara yönelik bir tehdidin var olduğunu aslında söylemeye çalışırız. Dolayısıyla devam eden ihlaller bağlamında değerlendirme yapılabilir. Bir de ekonomik krizler, salgın hastalıklar, depremle beraber gelen yeni birtakım sorunların konuşulması mümkün olabilir. Son yıllarda sokakta her alandan çocuklardan kadınlara, çalışanlardan hapishanelere, mültecilere, çevreye kadar aslında her alanda ciddi sorunlar var.”

‘Otoriter rejim kurumsallaştı’

Bütün sorunların derinleşmesinde ve hak ihlallerinin durdurulamamasında otoriterleşmenin etkisinin olduğu düşünülüyor. Bu otoriterleşmeyi sağlayan ise Anayasa’nın uygulanmaması ve gelenek haline getirilen hukuk dışılık. Gülseren Yoleri, yeni süreçte şimdi otoriter rejimin kurumsallaştırılmasından söz ettiklerine dikkat çekti ve “Her aşamasında karşımıza çıkan hem kurumsal yapıların yeniden dizaynı hem de yasal mevzuatın yeniden dizaynının bu süreçte yeniden tartışılmaya ihtiyacının olduğunu görüyoruz” dedi. 

Hukuk devre dışı hak ve özgürlükler kıskaçta

Son günlerde özellikle Anayasa kararlarının uygulanmaması ve bu yönde hukuku tanımayan adımlara atılan örnek olarak Cumartesi Anneleri’nin eylemleri gösteriliyor. Gülseren Yoleri, bu durumla ilgili de şöyle değerlendirme yaptı:

“Cumartesi Anneleri eyleminin örneği, bunun bir örnek olarak tartışılması oldukça önemli. Hem hak ve özgürlüklerin kullanılabilirliği hem kısıtlanması ve bu kısıtlamaya neden olan hukuk dışı ya da hukuksuzluklar açısından hem de Anayasa Mahkemesi kurucu kurumlarından biridir. Devlet bakımından kararlarının tanınmıyor olması ve Anayasa’nın bu kararların tanınmaması yoluyla da ihlal ediliyor olması yani aslında hükümet eliyle Anayasa ihlalinden söz ettiğimiz bir süreci anlatıyoruz. Bu genel olarak hak ve özgürlüklerde Anayasa’nın ve hukukun koruyuculuğunun ortadan kalktığını göstermesi bakımından siyasetin yargıyı tamamen devre dışı bırakacak şekilde hak ve özgürlüklere müdahalesi bakımından oldukça önemli bir örnek.

‘Hukuk dışılık sorunu var’

Ancak tabi ki bu süreçte biz yasal düzenlemelerden söz ederken özellikle hak ve özgürlükler aleyhine ve otoriterleşmeyi kurumsallaştırmak adına işe yarayan burada terörün finansmanının önlenmesine dair yasa, dezenformasyon yasası, 7145 sayılı yasa, MİT yasası gibi aslında pek çok yasayı da beraber tartışmanın ihtiyaç olduğunu görüyoruz. Çünkü aslında Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının uygulanmaması noktasına gelene kadar en az 2010 yılına götürebileceğimiz yavaş yavaş gelen bir hukuk dışılık sorunu var. Bu hukuk dışılık sorununun adım adım gelişi maalesef toplumsal güçler tarafından ya da siyasiler tarafından da çok iyi değerlendirilemedi. Biz son kertede bu Anayasa Mahkemesi’nin dahi kararlarının tanınmadığı bir aşamadayız.”

Anayasa’nın 153’üncü maddesinin çok net bir şekilde Anayasa Mahkemesi kararlarının devletin kurumları ya da devleti temsil eden insanlar da dahil herkes için bağlayıcı olduğunun altını çizdiğini anlatan Gülseren Yoleri, “Ama biz bugün sadece Cumartesi Anneleri kararıyla değil Selahattin Demirtaş, Can Atalay, Osman Kavala gibi pek çok Anayasa Mahkemesi kararında bu tanımazlığın yaşandığını biliyoruz. Giderek de bunu bir üst noktada Anayasa’nın yine 90’ıncı maddesi üzerinden yani iç hukuk ve uluslararası hukukun çeliştiği durumlarda uluslararası sözleşmelerin yani Türkiye devletinin imzalayıp, onaylayıp, yürürlüğe soktuğu uluslararası sözleşmelerin uygulanması gerektiğine dair bir Anayasa hükmü var şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları uygulanmayarak aynı zamanda biz Anayasanın 90’ıncı maddesini de yine hükümet eliyle, yargı eliyle ihlal edildiği bir süreçten söz ediyoruz” şeklinde konuştu. 

‘Yargılanmaları gerekir’

Türkiye’de en ağır cezaların genellikle Anayasa’yı cebren ihlal etmeye teşebbüs ya da bu suretle işlenen filler ya da işlendiği iddia edilen filler için verildiğini hatırlatan Gülseren Yoleri, “Şimdi biz bir vatandaş olarak bir hukukçu olarak şu anda hükümet eliyle, devletin temsilcileri eliyle Anayasa’nın açıktan ihlal edildiğine tanık oluyoruz” dedi ve eğer ülkede gerçekten hukuk olsaydı bu suçu işleyenlerin yargılanmaları gerektiğine işaret etti.

‘Toplum gerçeklerinden koparılmak isteniyor’

Ülkede özellikle son zamanlarda muhalif siyasetçilerin yanı sıra gazeteciler ve hak savunucuları yargı eliyle kıskaç altında. Bu konuda uzun süre yapılan yargılamalar ve haksız tutukluluk süreleri gündemde. Baskı ortamının temel amaçlarından birinin biat ettirmek olduğunu ifade eden Gülseren Yoleri, biat gerçekleştirmek için de toplumun gerçeklerden koparılmaya çalışıldığını söyledi. İşte tam da bu yüzden gazeteciler hedef. Gülseren Yoleri, “Gazetecilere yönelik özellikle bu saldırılar, gazetecilerin faaliyetlerini ya da gazeteciliğin önlenmesi basın özgürlüğünün ortadan kaldırılması süreçlerine baktığımız zaman bu sadece basını mı ilgilendiriyor hayır halkın gerçekleri öğrenme hakkını, halkın haber alma hakkını da engelleniyor. Dolayısıyla bizim içinde bulunduğumuz durumu algılamamıza yarayan bilginin bize erişimini etkileyen bir süreçten söz ediyoruz. Bizim üzerinden cümle kurabileceğimiz gerçekleri bizden saklamaya çalışan bir faaliyetten söz ediyoruz. Bu yüzden de öncelikle gazetecilere yönelik ya da basın özgürlüğüne yönelik her türlü kısıtlamanın aslında hak mücadelesine büyük bir darbe vurduğunun altını çizmek durumundayız. Bizler hak ve özgürlüklerimizle insan olduğumuzun altını hep çiziyoruz. Ve bizim temel sloganımız insan haklarıyla insandır” diye ifade etti. 

İhlaller her yerde

Sadece Türkiye yerelinde değil bütün dünyada hakların savunulması gerektiğinin altını çizen Gülseren Yoleri, “Şunun altını hep çiziyoruz, yanı başımızda kadına yönelik şiddet yahut çocuğa yönelik istismar yahut hayvanlara yönelik şiddet aklımıza gelebilecek her türlü hak ihlali bizim canımızı nasıl acıtıyorsa bizim insanlığımızı nasıl tehdit ediyorsa aslında dünyanın bir başka yerinde yani bugün Suriye’de, Rojava’da, Filistin’de bugün dünyanın başka yerlerinde nerede şiddet varsa ve savaş varsa o da bizim canımızı ve insanlığımızı zora sokan zorlayan olaylar. Bugün İran’da her gün idam haberleri alıyoruz. Amerika’da her gün insanların sokak ortasında güvenlik gerekçesiyle öldürüldüğüne dair haberler düşüyor. Bütün bunlar aslında insanlığı tehdit ediyor ve bizim insanlığımızı da tehdit ediyor. Bu yüzden haklarımıza sahip çıkmanın gerekliliğinin altını ısrarla çiziyoruz” diye konuştu. Gülseren Yoleri, tam da bu yüzden insan hakları konusunda örgütlenmenin önemine değiniyor.

‘Düşmanlık hukuku ile hareket ediliyor’

Gülseren Yoleri, özellikle son 10 yılda hak ve özgürlüklere yönelik saldırıların özellikle 2015 seçimlerinden sonra çok daha vahşi bir hal aldığını belirtiyor. O günden bu yana ihlallerin kabul ettirilen bir hal aldığını söyleyen belli kesimlere yönelik hak ihlalleri bağlamında intikamcı bir yaklaşımın söz konusu olduğunu ifade etti. Gülseren Yoleri, bunu düşmanlık hukuku olarak tanımlarken “Düşman hukuku zihniyeti ile hareket edildiğinin altını çiziyoruz” dedi. Gülseren Yoleri, şunları söyledi:

“Hukuk dışından söz ediyorsanız keyfiyetten söz ediyorsunuz keyfiyetten söz ediyorsanız iktidardakinin keyfiyetinden söz ediyorsunuz. İktidar bugün ‘başkanlık sistemi’ anlamında özellikle düşünürseniz aslında kimin keyfiyetinden söz edildiğini açıklamaya gerek yok; bunu herkes biliyor. Hapishaneleri düşünürken düşmanlık hukukundan söz ediyoruz. Özellikle Kürt Özgürlük Mücadelesi içinde yer alan ya da sosyalist mücadele içinde yer alanlardan söz edelim burada düşman hukukunun uygulandığına sıklıkla dile getiriyoruz. Hapishaneler rejimin belki en karanlık ama en çıplak yüzü bir yandan da.  Biz dışarda demokrasi ve insan haklarına yönelik saldırıları konuşurken bunun en açık tezahürleri cezaevlerinde karşımıza çıkıyor. Cezaevlerinde bugün bu artan hak ihlallerinin tam da bu olguyla bu durumla yakın bir bağlantısı var. En kolaylıkla cezaevlerinde gerçekleştirebiliyorlar bunu. 2000 yılından bu yana uygulanan tecrit sisteminin altını özenle çizme ihtiyacı duyuyorum. Hapishanelerde uygulanan bu tecrit uygulaması ki bu F tipi hapishanelere geçişle sistematik bir hal aldı. Sonrasında geliştirilen yüksek güvenlikli hapishanelerde çok daha ağır tecrit uygulaması yerleştirildi. Aslına uygulamaların yansıması, orada mahpusların tecrit edilmesi, birbirlerinden soyutlanması, dış hayattan soyutlanması, dayanaksız ve dayanışmasız bırakılmaları, yalnız bırakılmalarından beklenen muradın aslında dışarda da toplumu bu hale getirerek atomize etmek.”

‘İmralı’daki hukuk dışılığın katmerli hali’

Cezaevlerinde uygulanan tecrit politikası tüm toplum yayılıyor. Tecrit bütüncül bir politikanın iki ayrı mekanı olarak karşımızda duruyor. Gülseren Yoleri, içeri ve dışarısının nasıl dizayn edildiğini tarif etti ve elbette İmralı Adası’ndan tüm cezaevlerine ve topluma yayılan bu politika hakkında konuştu:

“Hepimiz biliyoruz ki İmralı’daki uygulama hukuk dışılığın katmerli hali. Çünkü infaz hukukunda Anayasa’da da belirtildiği gibi ayrımcılık yasağı var. Ayrımcılık temel yasak alanlarından bir tanesi. Anayasa bunu çok net olarak dile getiriyor. Yani herhangi bir alanda yapamazsınız diyor. Ama bu ülkede İmralı Hapishanesi için özel düzenlemeler yapıldı. Özel bir hukuk oluşturuldu ve bu özel hukuk Anayasa’ya tamamen aykırı. Ama uygulanmaya devam ediyor. Bu özel ve ayrımcı hukukun bu ülkenin siyasetiyle, bu ülkenin barış talebiyle, tabi ki bu halkın talepleriyle yakın ilişkisi var. Bunu hepimiz biliyoruz. Bu yüzden de İmralı’daki uygulamalardan tecritten söz ederken hukuktan çok bir siyaseti konuşuyoruz. Orada bir siyasetin uygulanması var.”

İmralı’da müzakere görüşmeleri ile halka barış düşünün kurdurulduğunu belirten Gülseren Yoleri, siyaset ve siyasetin hedefleri değişince barış yerine savaştan krizlerden çıkar beklentisinin yükseldiğini ifade etti. Toplumun özellikle Kürt haklının Abdulah Öcalan’ın sağlık ya da yaşamının ne durumda olduğu bilgisini istediğini kaydeden Gülseren Yoleri, bütün politikaların iktidarın yüzünü nereye döndüğü ve nereden çıkar beklentisi içinde olduğunu gösterdiğini anlattı. Açlık grevi eylemlerine de değinen Gülseren Yoleri, sahiplenilen taleplerin dile getirilmesi ve mücadele ile sonuç alınabileceğini ifade etti.

‘Bizim yüzümüz barışa dönük’

Türkiye’de tüm sorunlarının çözümünün müzakere ve barış olduğu geniş toplumsal kesimler tarafından dile getiriliyor. Gülseren Yoleri de özellikle buna dikkat çekerken sorunun çözümünün ancak barış içinde mümkün olabileceğini, barışın olmadığı bir yerde insan haklarının güvence altında olmasının imkan dahilinde olmadığını dile getirdi. Gülseren Yoleri, “O yüzden de bizim yüzümüz barışa dönük” dedi. Gülseren Yoleri, barış sesine kulak verilip verilmeyeceği iktidarın politikalarıyla ilişkili olduğuna işaret ederken bu keyfiyetin önüne geçebilecek tek şeyin toplumsal güç olduğunu belirtti ve mücadele çağrısında bulundu.